Fransa’da her Yahudi açıkça bilmektedir ki, Hitler’e rağmen hayatta kalmanın tek şartı, ona karşı bir ölüm kalım savaşı vermektir. Yalnız bu, Yahudi halkının kurtuluşunu sağlayabilir. (…) Daha fazla sayıda direniş grubu oluşturmamız gerekir. Düşmana, onu bulduğumuz yerde saldırmalıyız, hayatını yaşanmaz hale getirmeliyiz, haberleşme ağını imha edip savaş makinesinin şalterini indirmeliyiz. Bizi ulusal bir başkaldırıya götürecek günlük çatışmalara katılmaktan kaçınmayalım…”
(Kolenu, Mayıs-Haziran 1943)

Savaşın Fransız sınırına dayanması, Polonya’nın Almanya ve Sovyetler Birliği arasında taksiminden sonraya rastlar. 1940 Mayıs’ında, 6 hafta sürecek kısa bir çarpışmadan sonra, kendilerini de hayretler içinde bırakacak şekilde, Fransızlar, Paris’i Hitler ordusuna teslim ederler. Birinci Dünya Savaşının muzaffer ülkesi, Versailles Antlaşmasının ev sahibi, ağır barış maddelerinin mimarı Fransa için, Almanya karşısında alınan bu yenilgi utanç vericidir.
Ülke ikiye bölünür. Kuzey tarafı tamamen Alman idaresine geçer. Güneyde ise, birinci savaşın etkin komutanı Mareşal Petain başkanlığında, Nazi sempatizanı bir devlet yapısı oluşur. Elbette ki, kuzeyde etkin olacak, ancak giderek güneye de yayılacak ırkçı kanunlar, Yahudileri kıskaca almaya başlar. Öncelikle, Fransız vatandaşı olmayan Yahudiler üzerine yoğunlaşacak bir dizi yasaklama, tecrit uygulaması devreye girer… 1942 baharı ile Yahudilerin, Paris başta olmak üzere kuzey Fransa’da, tutuldukları toplama kamplarından, doğu Avrupa’da kurulmuş ölüm kamplarına sevkiyatları başlar. Güneyden sevkiyatlar ise, Vichy’nin tamamen Alman kontrolüne geçtiği Kasım 1942’den öncesine dayanır.


Resistance
Her ne kadar Almanlar girişimlerinde atanmış Fransız yöneticilerin yardımlarından çokça yararlanmışlarsa da, halk, kâh ülkelerini istila ettikleri için, kâh Fransız Devriminden miras ulusal değerlerini ayaklar altına aldıkları için, Almanlara karşı direnişi örgütlemeye başlar, bu dönemde. Kaçak basılan ve dağıtılan gazetelerle, sokak köşelerine asılan ilanlarla öncelik halkı bilgilendirmektir. Bu süreç, sonrasında kapsamlı silahlı bir hale evrilir. Almanların Sovyetlere saldırması ile Fransa’daki komünist - sosyalist unsurların direnişe katılmaları, Vichy’nin Alman yönetimine dâhil edilmesi, muhalif Fransız vatandaşlarının zoraki çalışmaya tabi tutulmaları ile hareket ivme kazanır. Tabii ki, “resistance” Yahudi gençleri için de, bir ‘kendi geleceği için savaşma ortamı’ sağlayacaktır.

***

Marcel Mangel 1923’de Strasbourg’da, orta halli göçmen bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Babası, Charles Mangel Polonya asıllıdır. 1944’te, Gestapo tarafından tutuklanacak, gönderildiği Auschwitz’de katledilecektir. Yine Polonya asıllı olan annesi Anne Werzberg ise bu süreçten sağ olarak kurtulacaktır…
Fransız-Alman sınırının hemen yakınında olan Strasbourg, özellikle birinci savaştan itibaren yaşanan gerginliğin tam ortasındadır. Nitekim, 1940’da Alman ordularının sınırı aşması ile, ağabeyi Alain ile güneye, Limoges kentine kaçtığında Marcel henüz 16 yaşındadır. Soyadını Mangel’den, Marceau’ya çevirir. Bu isim kendisine daha az Yahudi bir hava verecektir… Yahudi direnişinin içinde yer alan arkadaşlarından etkilenerek ağabeyi ile birlikte bu harekete katılır.


Yetimhanedeki çocukları kurtarma
1944 yılında Resistance hareketi Paris’in banliyösündeki bir yetimhanedeki çocukları buradan kaçırma kararı alır. Çocuklar tarafsız İsviçre sınırına götürülecekler ve karşı tarafa geçirileceklerdir. Bu harekâtta Marcel’e de görev verilir. Ancak çocukların bazılarının yaşı tutmamaktadır. Belli bir yaşın üzerindeki Yahudi çocuklar Almanlar tarafından toplama kamplarına, Yahudi olmayanlar ise, Almanya’da, ordu için üretim yapan fabrikalara gönderilmektedirler. Marcel ilk olarak, bunların kimlik cüzdanlarındaki yaşlarını küçültür… Böylece herhangi bir olumsuzlukta, başlarına bir problem gelmeyecektir.

Pantomim ile korkuyu yenmek
Kolay gibi görünen çok zor bir görev söz konusudur. Bu gibi yolculuklarda sessizlik kadar korkuyu yenmek de önemlidir. Marcel beş yaşlarındayken annesi ile birlikte gittiği Charlie Chaplin filmlerindeki sessiz sahneleri anımsar. Çok etkilenmişti Chaplin’den. Şimdi eline bir fırsat geçmişti… Pantomim oynatarak çocukları sessizce bulundukları yerden sınıra götüreceklerdi…

Çocuklar Marcel’i sevmişler ve kendilerini onun yanında güvende hissetmişlerdi…” diye anlatır, direnişten arkadaşı ve kuzeni George Loigner, Marcel’in vefatından hemen sonra, Jewish Telegraphic Agency’de yayınlanan anılarında… Ve devam eder: “Yetimhanede çalışan bir mim öğretmeninden aldığı temel bilgilerle işe girişmişti. Çocukların tedirginlik duymasını önlemek ve tatile gidiyorlarmış gibi hissetmelerini sağlamamız lazımdı. Marcel, gerçekten onları rahatlatmıştı…”
Direnişten bir arkadaşının oğlu, belgesel film yapımcısı Philippe Mora için ise “Marcel yalnız çocukların korkmalarını engellememişti, aynı zamanda onların hayatlarını da kurtarmıştı (…) yoksa bunun sanat yapmakla bir ilgisi yoktu, hayatlar söz konusuydu…”

Sessizliğin maestrosu Marcel
Marceau 2001 yılında, Michigan Üniversitesi tarafından Raoul Wallenberg anısına verilen madalya ile onurlandırılan on birinci kişi olur. Üniversiteden, kendisi de bir Holokost kurtulanı olan Prof. Irene Butter, törende yaptığı konuşmaya şöyle başlar: “(…) Wallenberg Madalyasına hak kazanan, daha öncekilerin aksine, herkes tarafından tanınan bir sanatçı. Ancak kimse bu kişiyi, Yahudi çocukları kurtarmada gösterdiği kahramanlık dolayısı ile tanımıyor. Marcel Marceau, savaş esnasında yaşadıklarını yeni yeni paylaşmaya başladı…” Butter’a göre, sessizliğin maestrosu Marcel için, bu konuları dile getirmek hiç kolay olmamıştır. Holokost’tan kurtulan birçokları gibi uzun yıllar sessizliğini korumuş, yaşadığı acıları mim sanatı üzerinden dillendirmeye çalışmıştı…
Nitekim, ödül törenindeki konuşmasında, “Kamplardan çıkanlar yaşadıkları hakkında uzun zaman konuşamadılar. Benim adım Mangel, ve Yahudi’yim… Belki de, bu, sessizliği seçmemde belirleyici olmuştur…” diyecektir.
Babasının Auschwitz’de katledilmesi ise ayrı bir travmadır onun için: “Babam için ağladım… savaştan sonra, ölen milyonlar için ağladım. Kader, yaşamamı bana armağan etmişti. Hayatta kalanlara, gelecekleri için mücadele edenlere umut olmalıydım...”
Marceau’daki sözsüz tiyatro fikri, çokça Chaplin’in etkisi ile gelişme gösterir… “Mim sanatı tıpkı müzik gibi ruha hitap eder… komedi, trajedi ya da romans yaparken kişiden ve hayatından ilham alır (…) sahnede gösteri yaparken, yaşamlarımızdan, düşlerimizden, beklentilerimizden hareketle, bir karakter ve alan oluşur…”


Bip, Marceau’nun alter egosudur
Savaştan sonra büyük usta Etienne Decroux ile çalışmaya başlar. 1947’de ünlü karakteri Bip’i yaratır… Çizgili gömleği ve garip şapkasıyla Bip, Marceau’nun alter egosudur. Toplumla ilişkisini onun üzerinden yapacaktır. Yalnız duygularını değil, söylemeye çekindiği her şeyi ona söyletecektir.
Hayatının her döneminde çocuklar onun için önemli olacaktır. Eğitimlerinin en başında zorluk yaşamamaları için, “Çocuklar ile Alfabe” ve “Çocuklar ile Sayı Sayma” başlıklı iki kitap yayınlar. Bip’in maceralarını anlattığı, illüstrasyonlarını kendisinin yaptığı kitap ile de, çocukların yanında asıl hedeflediği yetişkinlere ulaşır. Bip’in verdiği mesajların yaşı yoktur!

Kariyeri boyunca birçok kitabın yanında, açtığı okullar, dünyanın dört bir yanında gerçekleştirdiği gösteriler, başka sanatçılarla yaptığı ortak çalışmalar ile sessiz sanatın yayılmasında öncü bir rol oynar, Marcel Marceau. ABD’de bir vakıf kurar, birçok gence ilham kaynağı olur. Paris’ten Karakas’a, Taipei’den Londra’ya, New York’a, San Fransisco’ya kadar, dünyanın dört bir yanında sahneye çıkar… Filmler çeker… Ödüller alır, dolu dolu yaşar, geçmişe olan borcunu hakkı ile ödemek istercesine.
2007 Eylül’ünün 27’sinde vefat ettiğinde, cenazesinde, sahnede çokça kullandığı Mozart’ın 21. piyano konçertosu çalınır.

Bir mim sanatçısı kimliği ile hayata bakışı, alıntıladığım bilge sözünde kendini belli eder. Paylaşmak isterim: Bir şey söylemeden önce, sessizliğin daha faydalı olup olmadığından emin olmak gerekir…”