Berlin’de yaşayan yönetmen/editör Eytan İpeker ve Paris’te yaşayan yönetmen/yapımcı Yoel Meranda 2011 yılında İstanbul’da Kamara adındaki film yapım şirketini kurdular. Seyirciye alan açan deneysel sinema filmleri yapmayı seviyorlar. Onlarla, dünya prömiyeri İsviçre’deki Visions du Réel 2020 Festivali’nin ana yarışmasında gerçekleşen, yönetmenliğini Eytan İpeker’in ve yapımcılığını Yoel Meranda’nın üstlendiği “Miss Holokost Survivor / The Pageant” filmini konuştuk.
Film, 2011’den bu yana her yıl, Hayfa’da, Nazi Soykırımı’ndan kurtulan kadınlar arasında yapılan bir güzellik yarışmasını anlatıyor. Bu belgesel, toplumsal belleğin nasıl zaman aşımına uğrayıp bir gösteriye dönüştüğünü gözler önüne seriyor.


27 Ocak Holokost’u Anma Günü’ne yaklaşırken sizler bizi çok sıra dışı bir yöne çektiniz. Her zaman derin bir üzüntüyle ölenleri anmanın gelenekselleştiği toplumumuzda, aslında belki de kurtulanların yaşamlarını ve varoluşunu da kutlamamız gerektiği hakkında düşündürdünüz. Bunun ortaya konuluş veya organize ediliş şekli insanı rahatsız etse de...
Eytan: Bunu duymak sevindirici. Soykırım’ı anmak benim için eskiden “bir daha asla” vurgusunun yapıldığı, Schindler’in Listesi müzikleri eşliğinde o dönemin fotoğraflarına baktığım yıllık bir ritüeldi. Şimdi ise, yaşananları basit mesajlara indirgemenin, klişelerle ifade etmenin sorunlu olduğunu düşünüyorum. Filmde Soykırım’a dair toplumsal duyarsızlaşmanın da altını çizmek istedim: İnsanların yaşadığı acılar üstünden yarıştırıldığı, kaybedenlerin ellerinde güzellik bakım setiyle eve yollandığı bir dünyayı sorgulamamız lazım.

Bu filmi çekme motivasyonunuz, bugün biraz da uzaklaşan veya zaman aşımına uğrayan Holokost gibi acılarla dolu bir konunun dahi zamanla siyasallaştırılması karşısında hissettikleriniz midir?
Eytan: Holokost’un “Yahudiler yıllarca acı çektiler, Soykırım’dan kurtuldular ama ardından kutsal topraklarda yeniden yeşerdiler” gibi milliyetçi bir anlatı üzerinden hatırlanmasının barışa hizmet ettiğini düşünmüyorum. Maalesef filmdeki yarışma bu tarz bir bakış açısıyla kurgulanmış. Birebir bu acıları yaşamış insanları, bir politik mesajın objesi haline getirmek bence çok sorunlu. Bu filmi yaparken günlük yaşamın sıradan anlarına odaklandık: Onları uzun uzun briç oynarken seyrettik, oturup evlerinde sudoku çözmelerini gözlemledik, günlük yaşamlarının ritmini hissettik. Bu süreç onları benim gözümde biraz daha insanlaştırdı. Hepsi birbirinden çok farklı karakterler. Açıkçası Holokost anmalarının klişelerinden uzaklaşmak bu anlamda bize (ve filme) iyi geldi diye düşünüyorum.

Yarışmanın sponsoru olan Hristiyan Evanjelik kurumun bunu yapma amacının ne olduğunu düşünüyorsunuz?
Eytan: II. Dünya Savaşı’nda yaşananlara dair bir günah çıkarmak niyetindeler. Ancak durumu daha geniş bir çerçevede de değerlendirmek gerekiyor: Filmde görüldüğü üzere bu Evanjelik kurumun, ideolojik olarak İsrail sağıyla örtüşen politik bir ajandası var ve bunun ucu İslamofobiye kadar gidebiliyor. Filmi yaparken bu ikilem beni çok düşündürdü: Sorunlu bulduğum bir politik noktadan hareketle Soykırım kurtulanlarına yardım yapılması etik veya pratik yönden kabul edilebilir mi? Soykırım’ın hatırası bazen sağcı politikaları güçlendirmenin aracı haline gelebiliyor. Bu durumun benzerini filmde Netanyahu’nun yaptığı konuşmada da görüyoruz
Yoel: Bireylerin niyetleri, teker teker baktığınız zaman, illa kötü olmak zorunda değil ama ortada çok net bir politik/ekonomik çıkar ilişkileri dünyası var. ABD politikasını yakından takip edenlerin de bildiği üzere Evanjelik kurumlar Orta Doğu’daki savaş politikalarını destekliyor. Ben aynı kurumun kendi politik amaçlarına hizmet etmeyen bir Holokost etkinliğine sponsor olacağını düşünmüyorum.


Filmi seyredince yarışmacıları hazırlayan ekibin heyecanını görüyoruz ancak katılımcıların mutlu mu hüzünlü mü olduğuna karar veremiyor insan. Sizce oradaki duygu tam olarak ne idi?
Eytan: Bunu biraz izleyicinin yorumlamasını istiyorum. Örneğin Sofi yarışmayla ilgili ne hissediyor? İlk tanıştığımızda yarışmaya ilgi duymadığını, tanımadığı insanların karşısında hikâyesini anlatmayı sevmediğini söylüyor. Ama hemen ardından, yeni vefat eden kız kardeşini anmak için yarışmaya katılmaya karar veriyor. Öte yandan, yarışma öncesi adaylık görüşmesinde takılarını giymeyi ihmal etmiyor. İnsanları tek bir boyuta indirgemeden, çelişkileriyle ele almak istedim. Sofi’nin yüzünün sır vermeyen, mesafeli ifadesi bu nedenle ilgimi çekti.

Filmde yarışmacıların konuşmalarının kısaltıldığını ve hatta kraliçe seçilen Anna’nın “Benim anım yok. Ben yeni doğmuştum. Annemim, anneannemim anılarını anlatabilirim” dediğini görüyoruz. Bu, insanda bir güvensizlik yaratıyor. Siz de aynı şeyi hissettiniz mi? Bu duygu sizin filmi hazırlama sürecinizde ve yapısında etkili oldu mu?
Eytan: Benim için ilginç olan kısım Anna’nın yarışmaya kabul edilmesi. Yeterli sayıda yarışmacı bulunamadığı için Soykırım’ın etkisini dolaylı yaşamış kişileri etkinliğe dâhil etmekte sıkıntı görmüyorlar. Ve Anna, kendi de ifade ettiği üzere, en genç adaylardan biri. Haliyle güzellik yarışmasını onun kazanması aslında çok şaşırtıcı değil. Bu gibi detaylar, yarışmaya dair sorgulayıcı bakışımı pekiştirdi.


Eytan İpeker

Filmde yarışma için, “Bir güzellik yarışması ama görünüş önemli değil” deniyor. Ancak film boyunca katılımcıların kendilerini göstermeye çalıştığını görüyoruz. Bu sizce ne ile bağlantılı? Kadınsı ve her yaşta yine de beğenilmek dürtüsü olabilir mi? Veya onların hala “kurtulan” olarak unutulmamak duygusuyla bağlı olabilir mi?
Eytan: Kırmızı halıda disko müzikleriyle yürüyen kadınlara bakarken “iç güzellik” söyleminin altının dolmadığını net bir şekilde gözlemliyoruz. Onları yarışmaya hazırlayan kişinin de eski bir Miss Israel kazanını olduğunu unutmamak gerek. Kendi adıma konuşmam gerekirse, kalıplaşmış güzellik algılarını destekleyen bu tarz organizasyonlara son derece karşıyım. Ancak, başka jenerasyondan gelen ve travmatik hayat deneyimlerinden geçmiş insanların beğenilme arzusuna tepeden bakmamaya özen gösterdim. Işıkların altında olmak kadar yaşlılar yurdunu finanse etmek ve Soykırım’ın anısını yaşatmak da onları için çok önemli.
Yoel: Sofi’nin filmde anlattığı üzere, Holokost kurtulanları hayatlarını devam ettirebilmek için bu tarz etkinliklere katılıp yardım paralarının toplanmasına katkıda bulunmak zorundalar. Maalesef devletin desteği son derece yetersiz.


Yoel Meranda

Filmi hazırlarken vazgeçtiğiniz, kestiğiniz bölümler oldu mu? Bunlar ne idi? Filminiz başında tasarladığınız yönden başka bir yöne kaydı mı?
Eytan: Sofi ve Heli’nin filmin merkezi haline gelmesi tamamen kurgu aşamasında oluştu. Filmi doğru yere odaklamak için diğer yarışmacılarla çekilmiş bir sürü sahneden vazgeçmek zorunda kaldık. Mümkün olduğunca gözlemci bir bakış açısını korumak için çektiğimiz röportajların çoğunu filmden çıkarmaya karar verdik.

Aldığınız tepkiler ve eleştiriler çok olumlu. Nasıl bir tepki bekliyordunuz? Ne kadarını bulabildiniz? İletmek istediğiniz mesajı duyurabildiniz mi?
Yoel: Ben şimdiden filmin tartışıldığını görüp mutlu oluyorum. Bizim için filmin mesajı tartışmanın ta kendisi zaten: Holokost anılmalı, ama nasıl? Ayrıca sizin en başta bahsettiğiniz rahatsızlık hissini çok iyi anlatan yazılar çıktı, örneğin Le Monde’da veya ABD’de Filmmakers Magazine’de. Film, aralık ayında Jerusalem Film Festivali’nde gösteriliyor. Ne tepkiler geleceğini merakla bekliyoruz.
Eytan: Benim için, İsviçre’de düzenlenen İnsan Hakları Film Festivali’nde filmin ayrı bir panelde tartışılması çok değerliydi.

Sinemada başarılı olmak için gişe filmleri çekmek gerekir tezine karşı anti-dot gibi bir film çektiniz. Birçok kişinin vicdanına ulaştınız. Bunun dışında sizi, biriniz yönetmen olarak, diğeriniz yapımcı olarak motive eden gelecek ile ilgili harekete geçiren proje ve hayalleriniz nelerdir?
Eytan: Şu sıralar daha çok kurgucu olarak çalışmalarıma ağırlık verdim. Son olarak Didem Pekün’ün yönetmenliğini yaptığı bir deneysel filmin kurgusunu tamamladım. Enstalasyon için hazırladığımız ilk versiyonu İsveç’te Luleå Bienali’nde gösterildi.
Yoel: Kendim yönetmen olarak şu anda iki uzun metrajlı proje üzerinde çalışıyorum. Bir tanesi Paris’te çekmeyi planladığım güncel bir Balzac uyarlaması, diğeri de Güney Afrika’daki gecekondu mahallelerinde geçen bir belgesel. Kanalizasyon sisteminin ve dolayısıyla temiz tuvaletlerin olmamasının özellikle de kadınların hayatındaki etkisini betimlemeye çalışan bir portreler mozaiği. Fransa’daki yapımcım Xavier Rocher ile birlikte finansman sürecimiz devam ediyor.