Emek sinemasının muhteşem salonunda, karanlıkta çalan son gong, bilinmeyen dünyaların habercisi gibiydi. Film bittikten sonra soğuk ve ıslak yan sokaktan İstiklal Caddesine yürürken -o zamanlar sinemadan doğruca dışarı çıkılırdı- mutlaka bir parçam değişirdi; çünkü İngiliz askeriyle aşka düştüğü için linç edilen İrlandalı kadını (Sarah Miles), Vietnam’dan dönünce geyiği vurmaya kıyamayan Amerikalı adamı (Robert De Niro) tanımış olurdum.
Hayatımızı Değiştiren Filmler kitabında 2015-2020 arasındaki 426 filmi yazan Atillâ Dorsay’ın dediği gibi sinema, altı sanatı bağrında taşıyan yedinci sanat; çeşitli disiplinlerden birçok insanın çalıştığı, şan-şöhret üreten devasa bir sektör. Sinemanın bizi başka gerçeklerle tanıştıran, bazen de gerçeklerden kurtarıp hayallere taşıyan, ağlatan, güldüren dünyasının kapıları herkese hep açık; yanımızda Atillâ Dorsay’ın kitaplarıyla o davete hep hazırız.


Kitabınızın adından yola çıkarsak, bir zamanlar hayatınızı değiştirerek merkezine sinemayı yerleştiren yönetmen, film veya oyunculardan bahseder misiniz?
“Hayat değiştiren film” deyimi abartılı gözükebilir. Ancak, sanatların en etkilisi olan, üstelik diğer altısını da bağrında taşıyan sinemanın ürünleri mutlaka insanı çok etkiler, kimi zaman hayatını bir ölçüde değiştirebilir. Çocukluğumdan gelen ve beni çok etkileyen filmleri hiç duraksamadan, 100 Yılın 100 Filmi (1996) kitabıma da almışımdır: Kazablanka, Kanlı Aşk - Duel in the Sun, Gilda, Üçüncü Adam, Kahraman Şerif - High Noon, İntikam Kılıcı - Scaramouche, İnsanlar Yaşadıkça - From Here to Eternity... Sonraki yıllarda daha bilinçli olarak çok sevdiğim Johnny Guitar, Asi Gençlik - Rebel Without a Cause, Ölüm Korkusu - Vertigo, Hiroşima Sevgilim, Yeni Dalga’nın Truffaut veya Godard imzalı ilk filmleri... Bazıları Sıcak Sever, Batı Yakasının Hikâyesi - Westside Story... Daha yakın yıllarda Kubrick’in 2001-UzayYolu Macerası, Baba serisi, Yıldız Savaşları - Star Wars serisi, Kieslowski’nin Üç Renk Üçlemesi, Tarantino’nun Pulp Fiction’u... David Fincher’in Döğüş Kulübü, David Lynch’in Mulholland Çıkmazı, Peter Weir’in Truman Show, Christopher Nolan’ın Başlangıç - İnception, Lars von Trier’in Melankoli, Coen Kardeşler’in İhtiyarlara Yer Yok gibi filmleri... Ve son beş yılın Parazit, Roma, Birdman, Joker, Âşıklar Şehri, Sevgisiz gibi başyapıtları... Her biri eminim ki, birilerinin hayatında büyük etki yapmıştır.


Michael Keaton Birdman’de

Sinema eleştirmenliğine başladığınız dönemdeki sanat ve edebiyat eserlerinin, kültürel ortamın sizde yarattığı değişimi, bugünkü deneyiminizle nasıl değerlendiriyorsunuz? 
Ben Cumhuriyet’te 1966’da yazmaya başladım, ama öncesinde yıllar boyu defterlere hayli eleştiri yazmıştım (ki onlar hâlâ duruyor). Dünyanın sarsıldığı bir dönemdi, hemen ardından ’68 olayları gelecekti. Ben Galatasaray Lisesinde Fransız kültürü almıştım; ama Amerikan sinemasını da çok seviyordum, çocukluğum onunla geçmişti. Çok okuyan biriydim; bu da sinema-edebiyat ilişkilerini kavramamda yardımcı oluyordu. Önceleri sadece yabancı filmleri yazdım; bizim sinemamızı sevgili dostum merhum Turhan Gürkan yazıyordu. Ne zaman ki, 1970 yılında Yılmaz Güney’in Umut filmini izledik, ben daktilomun başına geçip uzun bir yazı yazdım. Ve o yazılı olmayan kural bozuldu. İnsanın kendi sinemasını sevmemesi ve yazmaması düşünülemez zaten...


Altı ay vizyonda kalan İrlandalı Kız için ilk kez fotoğraflı bilet basılmıştı.

Eleştirilerinizde nesnelliği bir yana bırakıp iltimas yaptığınız yönetmenler-filmler oldu mu?

Hayır, olmadı. Elimden geldiğince yansız olmaya çalıştım; büyük ölçüde de becerdim. Bu yüzden bana küsenler, hatta telefon açıp hakaret edenler oldu. Şimdi o eski defterleri açmayayım!.. Belki de herkesle dost olmamak, bir anlamda olamamak bir eleştirmen için kader olmalı.

Filmi kurtaran güçlü oyuncu kadrolarından ve müthiş oyuncuların bile kurtaramadığı filmlerden örnek verebilir misiniz?
Vallahi bu bir tuzak soru. Oyuncular elbette önemli, ama esas olan senaryodan yönetime, görüntüden müziğe bir filmi yaratan tüm faktörler ve bunların ideal bireşimidir. O geminin kaptanı da elbette yönetmendir; her şey gelip onun elinde biçimlenir. İlla da bir örnek gerekiyorsa, son NetFlix yapımı filmimiz 9 Kere Leyla’da başrolleri Haluk Bilginer ve Demet Akbağ yüklenmişti. İki dev oyuncu ve düşününüz ki, bence son on yılın en iyi Türk filmi olan Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu’nda da onlar oynuyordu. Nerede o film, nerede bu!.. Sanıyorum ki, bu baştan yanlış bir projeydi. Onlar yine ellerinden geleni yaptılar, ama olmadı.


Sıralamanızda 1 ve 2, tür ve kalıba sığmayan Parazit ve Roma… Bu filmler sizi hangi yönleriyle etkiledi? 
Parazit 2019 yılından bir Güney Kore filmi, yönetmeni Bong Joon Ho. O yıl Cannes’da Altın Palmiye aldı, sonra Oscar adayı oldu: hem en iyi yabancı film dalında hem de geleneğe göre sadece İngilizce filmlerin yer aldığı asıl film dalında. Ve o dalda kazandı! Bu elbette Oscar’larda ve giderek tüm dünyada sanat filmlerine bakışın değiştiğinin bir kanıtıydı. Ben eleştirimde Garip, tuhaf, yer yer komik, yer yer de tüyler ürpertici bir film” demiştim. Film büyük bir malikânede oturan zengin bir aile ile onların kalabalık hizmetkâr kadrosu arasında başlayan gerilimin tam bir sınıfsal çatışmaya dönüşmesini anlatıyor. Aynı zamanda, evin mahzenlerinde gizlenen bir şeyler var. Ve böylece kendine özgü bir korku filmine de dönüşüyor. Gerçekten bol sürprizli, usta işi ve yaratıcı bir film.
Roma ise Meksikalı usta Alfonso Cuaron’un aslında NetFlix yapımı olan özgün filmi. Tümüyle çok estetik bir siyah-beyazla ekrana geliyor. Roma bildiğimiz Roma kenti değil, Meksika’nın başkenti New Mexico’nun bir mahallesi. Son derece zengin bir film: melodram, aile dramı, komedi, politik mesajlar, bir Latin Amerika sergilemesi... Çok özgün bir film, bir sinema zirvesi.

Azınlıklar, ayrımcılığa uğrayan gruplara dair filmler çoğunluğun görüşünü değiştirebilir mi, örneğin Holokost benzeri filmler toplumsal duyarlılığı artırabilir mi? Sinemanın, dönem ruhunu etkileme gücü var mıdır?
Elbette vardır. Bu son dönemde öylesine önemli mesajlar veren filmler geldi ki... Bir yandan kadının ezilmesine, sömürülmesine karşı çıkan filmler oldu. Değişik dozlarda feminist mesajlar veren... Öte yandan eşcinsellerin dışlanması üzerine filmler de yapıldı. Şöyle bir bakarsak: Acı ve Zafer, Carol, Beni Adınla Çağır, Gece Hayvanları, Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi, Aşkın Ritmi, Beyaz Karga, Kalp Atışı Dakikada 120, Karda Beyaz Bir Kuş, Muhteşem Kadın, Onur, Kız, Sınırsızlar Kulübü, Yeşil Rehber, Yuli, Yüzleşme... Sanki, yıllar sürmüş sansür veya oto sansürlerin acısı çıktı!...
Ayrıca birçok film Holokost’u yeniden ve çok güçlü biçimde dile getirdi. Kendi adıma Nazi soykırımını, unutulmaması gereken, insanlık tarihinin en büyük suçu saydığım için buna çok memnun oldum. Bunun ötesinde ırkçılık, göçmen sorunu gibi temalar ya da müzikal, fantastik, bilim-kurgu, biyografi, kara-film, savaş filmi gibi türlerde de çok güzel filmler izledik. Ve ben bunların hepsine kitabımda vermeye çalıştım.

Rüzgâr Gibi Geçti son dönemde ırkçı söylemleri nedeniyle gündeme geldi. Sizce gerçeğin söylenmesi neden bu kadar zaman aldı? Polanski örneğini de düşünürsek, sanatçılar ve sanat ürünlerinin bir dokunulmazlık halesi mi var? 
Aslında pek yok. Polanski, Woody Allen, Kevin Spacey gibi büyük sanatçıların son dönemde uğradığı küçümseme, hakaret, giderek tümüyle yadsıma olayını hepimiz gözlemledik. Kendi adıma biraz üzüldüm; kendi alanlarında öylesine büyük ustalar ki bunlar... Irkçılığa gelince; bana göre “en büyük günah”tır bu... İnsanları renklerine, köklerine, inançlarına göre ayırıp ona göre davranmak, benim hiç kabul edemeyeceğim bir şeydir. Bunun da bir büyük hedef haline geldiği bir dönem geçirdik. Hem gerçek anlamda özellikle ABD’de; hem de sinemada ve sanatta. Umarım ki, bu da artık sona erer. 


Emek Sineması

Emek Sinemasını hepimiz özlüyoruz. Büyük salonlarda seyredilen filmlerin bıraktığı etkiyi sonraki kuşaklara nasıl anlatırdınız?
Bir yandan tarih ve tarihçiler gözde oluyor bu ülkede... Öte yandan tarihi, geçmişi temsil eden yapılar hoyratça ve haince yok ediliyor. Eski sinema-tiyatro salonları da bunların arasındadır. Ve Emek de bunun en acılı örneğidir. Kendi adıma, bu konuda bir savaş verdim, “Emek Yoksa Ben de Yokum” diye bir yazı yazdım. Ve orada dediğime uyarak, salona kazma vurdukları gün gazeteciliği bıraktım. O günden beri sadece internet sitesi T24’te yazıyorum. Emek ve Beyoğlu için yazdıklarımsa, koca bir kitap oluşturdu: o yazının başlığıyla... Takdir edersiniz ki, bu büyük bir özveriydi. Elbette çok üzgünüm; bu üzüntü yeni örneklerle giderek çoğalıyor. Ama en azından vicdanım rahat...