PROF. DR. MEHMET KEREM DOKSAT*

Aşk, mutluluk verecek bütün kimyasal maddelerin bir anda salıverilmesine aracı olur. O nedenle de âşık olan kişi kendini çok iyi hisseder.

Fransız psikiyatr Eugène Minkowski (1885–1972), aşkı patolojik, yani “hastalıklı olmayan” fakat pathique, yani “acıklı” bir fenomen olarak tanımlamıştır.

Âşık Veysel aşkı, “Benim sadık yârim kara topraktır” diye betimlemiştir.

Narsisistik bir yatırımdır aşk. Yani, kişi sevilmeyi sever ve bu anlamda kendini seveni daha da çok sever.

De Clérambault Sendromunda ise hezeyanlı bir aşk söz konusudur. Kişi başka birisinin kendisine âşık olduğuna inanır. Burada genellikle içinde cinsellik barındırmayan romantik bir aşk söz konusudur. Örneğin, kişi hiç tanımadığı Charles Aznavour’un kendisine âşık olduğunu düşünebilir. Başka bir örnek olarak, Beatles’ın ünlü elemanlarından John Lennon’un, ona hastalıklı bir aşkla bağlı olan hayranı tarafından öldürülmesi sayılabilir.

Mutluluk veren kimyasallar
Esasen beynimiz bizi mutlu hissettirmek adına değil, üremeyi motive etmek adına evrilmiştir. Bu nedenle bu güzel duygu sonsuza kadar devam etmez. Aşkı inşa eden mutluluk veren kimyasallar hakkında bilgi sahibi olmak, aşka dair gerçekçi bir bakış açısı ve beklenti sağlar. İşte bu bakış açısının biten aşklarda kişilere çok iyi geldiği bilinir.

Beynimizden üretilen mutluluk verici kimyasalların hepsi aşkı değişik bir şekilde taçlandırır. Bunlardan Dopamin; ihtiyaçlarımızın karşılanmak üzere olduğuna dair bizi uyarır. Dolayısıyla aşkın “kovalayan” tarafıyla salıverilir. Dopamin, aynı zamanda bir bebeğin annesinin sesini duymasıyla da salıverilir. Yani, anne çocuk arasındaki bağ da bir nev’i aşktır. Yine evrimsel açıdan baktığımızda, dişinin sağlıklı üreyebilmesi için proteine ihtiyacı olduğu bilinir. Yağmur ormanlarında protein bulmakta zorlanan dişi şempanzelerin, avlandıktan sonra kendileriyle avlamış oldukları etlerini paylaşan erkek şempanzeleri çiftleşmek için seçtikleri gözlenmiştir. Dişi şempanzelerde bu ihtiyacı karşılayabilecek fırsatların ortaya çıkması bir seri dopamin salıverilmesini tetikler. İnsanlarda ise “doğru kişiyi” bulmak, kişide dopamin salıverilmesini arttırır.

Oksitosin hormonunun salıverilmesi, dokunmayla ve sosyal güven duygusunun sağlanmasıyla uyarılır. Evrimsel açıdan hayvanlarda dokunma ve güven duygusu bir arada seyreder. Büyük maymunlar, şiddetin bir anda ortaya çıkabileceğini tecrübe etmiş oldukları için, kendilerine sadece güvendikleri arkadaşlarının dokunmasına izin verirler. İnsanlarda ise, oksitosin salıverilmesi; el ele tutuşmaktan, destek ve güven duygusunu hissetmekten, orgazma kadar uzanan bir yelpazenin her aşamasında uyarılır. El ele tutuşma düşük bir miktarda oksitosin salıverilmesini uyarsa da, zaman içerisinde tekrar edildikçe beraberinde sosyal açıdan güvenme ve destek duygusunu tetikleyen bir devre inşa eder. Seks, bir seferde çok fazla miktarda oksitosin salıverilmesini tetikler ve bu durum çok kısa bir zamanda çok fazla sosyal güven ve destek duygusunun yerleşmesine yol açar. Doğum, hem annede hem de çocukta çok fazla miktarda oksitosin salıverilmesini tetikler. Kişinin kendi inşa etmiş olduğu devrelere göre, başkaların çocuklarına bakım vermek veya erişkin kişileri gözetmek veya bakmak da oksitosin salıverilmesini tetikleyen davranışlar arasındadır. Arkadaşlık bağları oksitosin salıverilmesini uyarır. Maymun ve büyük maymunların daha fazla sosyal ittifak ile daha başarılı şekilde üreyebildikleri evrimsel açıdan gösterilmiştir.

Serotonin ise âşık olma durumu (statüsü) ile salıverilir. Belirli bir insanla birlikte olmanın gururu bu hormonun salıverilmesini tetikler. Evrimsel açıdan, sosyal gruplarında statü üstünlüğü taşıyan hayvanlarda üreme başarısının daha iyi olduğu tespit edilmiştir. Doğal seleksiyon sayesinde, statü arayışı yerleştikçe, serotoninle ödüllendirilme sistemleri olan beyinlerin evrildiği bilinmektedir. Çok fazla sayıda türün, statü arama davranışı konusunda, çok fazla enerji ve çaba harcadığı gözlenmiştir. Sosyal açıdan dominant olmak (önde gelen olmak) çiftleşme olasılığını ve yaşayan alt döle daha çok sahip olma şansını arttırmaktadır ki, bu da canlıya, serotonin ödül sistemi üzerinden kendisini iyi hissettirir.

Kişi, arzu edilir nitelikte bir bireyin ilgisini hissettiğinde, kabullenmek istemese dahi yoğun şekilde serotonin salıverilmesine maruz kalır. Benzer şekilde eğer kişi başkalarından çok fazla takdir gören ve arzu edilen bir bireyse, insanlar tarafından beğenilmek de kişide serotonin salıverilmesine yol açar. İşte bu nedenle de aşk narsisistik bir yatırımdır diyebiliriz. Bu his kişiye kendini öylesine iyi hissettirir ki, sürekli olarak bu hissi arama eğilimine girer.

Kendi genini sürdürebilmek
Beynin üreme davranışını başarılı kılmak adına evrilmiş olmasının sebepleri arasında; doğada çiftleşme fırsatının çok olmaması ve hayatta kalma oranının düşük olması sebebiyle genlerdeki DNA’nın nesiller arasında sürdürülebilir olması için çok fazla enerji harcamak ihtiyacının olması sayılabilir. Tabii ki, hayvanlar dünyasında, kendi genlerini sürdürebilmeleri adına bilinçli bir farkındalık yoktur. Ancak, bütün canlıların beyinlerinde atalarından gelen bu kalıtımsal bilgi mevcuttur ve içgüdüsel olarak bu bilgi hayat bulur.

Her tür, çiftleşme eylemi öncesinde, bir çeşit ön elemeye maruz kalır. Dolayısıyla canlıların çiftleşme eylemini gerçekleştirebilmeleri için ciddi bir çaba göstermeleri gereklidir. Bu enerjiye dair motivasyon, kalıtımsal olarak limbik sistemin içinde aktarılan bilgiden gelir. Aktarılan bu bilgide türlerin DNA’larını kopyalama motivasyonu söz konusudur. Eğer, aşk arama çabaları olumsuzlukla sonuçlanırsa, kalıtımsal olarak aktarılmış bilgi olan “genlerinin yok olacağı, bir sonraki nesle aktarılmayacağı korkusu” kişide stres hormonu olan Kortizolün salıverilmesine yol açar. Bu hormon ise kişiyi mutsuz eder. İşte bu kötü his, kişiye bu konuda bir şey yapması gerektiğine, aksi takdirde genlerinin yok olacağına dair, sürekli hatırlatma yapar.

Aşkta umduğunu bulamamak durumunda, yükselen kortizol hormonu olumsuz hisler yaşatır. Bu nedenle de beyin güzel hisleri tetikleyecek yollar arar. Bazı kişiler yeni bir aşk arar, bazıları sevgisini çocuklara verir, bazısı topluma faydalı olabileceği aktiviteler ararken, bazısı sevgisine tutunmak için şiddet davranışına yeltenir. Bu konudaki arayışlar çok çeşitli olmakla beraber hepsi de mutluluk verici kimyasalları arttırma motivasyonuyla şekillenir. Beklentiler her bireyin kendi hayat tecrübesi dahilinde oluşturduğu devrelere bağlıdır.

Eskiden, aşk sadece seks ve üremek için önemliydi ve kişiler orta yaşa ulaştığında mutluluk beklentilerini torunlarını severek giderebiliyordu. Modern zamanda ise, insanlar hayat boyu sürecek romantik aşk ve mutluluk arar oldular. Ancak, evrimsel açıdan hepimiz aynı temel nörokimyaya sahibiz. Her mutluluk verici kimyasalın salıverilme ömrü kısa bir süredir ve bunu arttırmak için her seferinde çok enerji harcamak gerekir.

Neticede aşk, hayatta kalmakla son derece ilişkili olduğu için, adeta bir seri nörokimyasaldan oluşan “keyifli bir içeceğin” oluşmasına yol açar. Ancak, hiçbir aşk hayat boyu sürecek mutluluğu garanti edemez. Keyifli içeceği yudumlarken kişiler bu duygunun hayat boyu süreceği hissine kapılabilirler. Benzer şekilde beynimiz de bu beklenti içine girebilir. Beklentinin gerçekleşmemesi günümüz toplumunda depresyon, aldatma, şiddete başvurarak zorla sahip olmak gibi çeşitli ruhsal durumlara yol açabilmektedir.

Dolayısıyla her mutluluk hormonunun, aşkı bir başka açıdan ödüllendirdiğini söyleyebiliriz. Bu hormonlardan her birinin üreme başarısıyla olan ilişkisini bilmek ise hayata olan bakışımızı daha anlamlı kılarak yaşanabilecek hayal kırıklıklarıyla daha iyi baş etmemizi ve daha sağlıklı çözümler üretmemizi sağlar.

*Prof. Mehmet Kerem Doksat: Psikiyatr - Beykent Üniversitesi Psikoloji Bölümü