Sevgi deyince akla malum kırmızı kalp, mantık deyince beyin geliyor. Tabii ki beyin tek adres, ama yerleşmiş imajları seviyoruz… Beyinde oluşan duygular biyolojik düzeneklerle tüm vücudu etkiliyor. Psikolog Robert Plutchik’e göre duygularımız ikiye ayrılıyor; ilkel duygular mutluluk, üzüntü, ilgi, kızgınlık, korku, endişe, şaşırma ve tiksinti; karmaşık duygularsa kıskançlık, suçluluk, sempati, gurur, minnettarlık ve küçümseme... Hepimiz bu uzun listeyi deneyimliyoruz doğal olarak. Kartacalı Terentius’un 2000 yıl önce dediği gibi, insani olan hiçbir şey bize yabancı değil. Bu herkesin altına imza atacağı bir cümle olmasa da en azından Terentius’un cesur elinden tutalım ve yüzümüzü güldüren sevgiyle içimizi karartan nefreti bilenlere soralım.

 

Kurban adayarak, dua ederek tanrılarının gönlünü alan küçük topluluklarda, düşmanlarla sorunlar büyü, kaba kuvvet gibi basit yollarla hallediliyordu. Organize savaşların, tarıma geçip ürün stoklamakla başladığı söyleniyor. Geçmişte nefretin izlerini sürerken karşımıza çıkan karakterlerden MÖ 10. yüzyılda yaşayan Zerdüşt Peygamber, tek gerçek tanrı dışında, diğer tanrıların kötü ve nefret dolu iblisler olduğu düşüncesini ortaya attı. Zerdüşt’e göre şeytanın yönettiği düşmanlarla çevriliydik, dünya bir savaş meydanıydı. Şeytan yalanın kuyruklusunu bilirdi, yani düşmanı anlamaya çalışmak gereksiz, hatta tehlikeliydi.

MÖ 4. yüzyılda Hintlilerin Kautiliya Arthasastra kitabı, hükümdarlara tüm zayıf komşulara savaş açmasını öğütlüyordu. 15. Yüzyılda Machiavelli de “Hükümdarların kafasında savaştan başka düşünce bulunmamalı” demişti. Ölümle burun buruna gelen askerler hayatın ne kadar değerli olduğunu keşfediyor, dünyada sağ kalmak dışında hiçbir kaygıya yer olmadığını görüyorlardı. Nefret, hayata adeta anlam katıyordu. Antik çağın Homeros’u, ‘öfke baldan tatlıdır’ derken, 19. yüzyılda Emile Zola nefreti kutsuyordu.


Düşman var, düşman var
Wilhelm Schmid, Düşmanlığın Faydaları’nda hayatın sevgi, dostluk, işbirliği vb. ilişkilerin oluşturduğu pozitif kutbun karşısında bir negatif kutba ihtiyaç duyduğunu söyler. Immanuel Kant’a sorarsak, o da doğanın ikilik istediğinden dem vuracaktır. Hoş deneyimlerin değerini nahoş deneyimler sayesinde biliriz, ama fazla rahat insana batabilir. Bir kutba yapılan vurgu, karşı kutbu tetikler. Negatifin etkisi yükseldiğinde ışıklar sevgi ve dostluğa yoğunlaşır; sevgi ve dostluğun ışığından kamaşan gözler nefret ve düşmanlığın karanlığında rahatlar.

Theodore Zeldin İnsanlığın Mahrem Tarihi kitabında düşmanlık ve savaşla ilgili ilginç bilgiler veriyor. İnsanlar düşmanlarıyla üç şekilde başa çıkıyor: Savaşmak, kaçmak, onu sevmenin yolunu bulmak. Mesela Hristiyanlık “düşmanını sev” diyordu, o bile “tanrının bir evladıydı”.

Burada bir parantez açalım ve “düşmanı sevmek” meselesini açıklığa kavuşturmak için Schmid’i dinleyelim: Teoride hoş görünen bu kavram, pratikte insanın kendiyle bir savaş vermesini, en naif insanların bile kötü koşullar karşısında değişebileceği bilgisini deneyimlemesini gerektirir. İçini aydınlatma çabasına giren insan, önce karanlık taraflarını keşfeder ve içindeki düşmanı tanır. İç çatışmanın öfkesini dışarıya yöneltmek o kadar kolaydır ki, çoğumuz bunu tercih ederiz. Hiddet ve nefretin kişiye verdiği mutluluk, içerideki olumsuzluğu başkasına yüklemenin rahatlığıdır; bir dayanak ve süreklilik sağlar.


Dünyanın ‘biz’ ve ‘onlar’dan ibaret olduğuna inanan iyi yürekli insanların, düşmanların içinde kendi benzerlerinin yaşayabileceğine ikna olamama durumu, düşman yaratma endüstrisinin en güçlü cephanesidir. Buna onur kırıklığı ve öfke eklerseniz, nefret kendine kolayca bir hedef bulabilir, bulamazsa birileri gösterir. Bu duygu, değer kavramlarını kullanarak karşı tarafı negatif etiketlerle donatır. Onun biraz iyi - biraz kötü olabileceği düşüncesine rağbet yoktur, ortak noktalar aranmaz; sadece iyi ve kötü vardır. Düşman bellediğiniz kişi ya da grubun ne düşündüğü veya hissettiğiyle zerre ilgilenmemeyi başarırsanız, nefretinizi yaşatıp çoluğunuza çocuğunuza aktarabilirsiniz. Olumlu bir hedef belirleme olanağı veya niyeti yoksa, birine kinlenmek boşluğu doldurur. İnsanın gözünü açtığı sosyal çevrede hazır bulduğu kalıpları benimsemesi çok doğaldır, zor olan bu kalıpların bilincine varmaktır.

“Düşmanlarla uğraşmak insanı zinde tutar” diyor Schmid… Olumsuz yorumları göğüslerken enerjinizi başarı ve becerilerinizi artırmaya yoğunlaştırabilirsiniz. Eşiniz dostunuz defolarınızı sizi kırmamak niyetiyle göz ardı ederken, düşmanlar özensiz davranışlarıyla sizi, hatalarınızı düzeltme yönünde eğitebilir. Ayrıca en büyük faydaları, olumsuz duygularımızın hedefi olup dostlarla kapışmamamızı sağlamalarıdır. Zamanla fikirler, niyetler, çıkarlar değişebilir; çatışma esnasında birbirlerini çok iyi tanıma fırsatı yakalayan bireylerin, nefrette takılıp kalma direncini kırmaları ve anlaşma yoluna girmeleri mümkün olabilir.


Aşk meşk
İnsan karmaşık bir canlı olduğundan karşılıklı bir ilişkide bile aşkı ve nefreti bir arada yaşayabiliyor. Aşk, yoğun duygular yüzünden benliği adeta eriyen kişinin, ideal sandığı partnere odaklanarak bir illüzyon yaşaması... Başlardaki kendini mükemmel gösterme çabası, ilişki ilerledikçe rahatlıyor; yaşlı gözlerle veda eden idealizasyon, arkasında hayal kırıklarıyla dolu loş bakışlar bırakıyor, aşkın boş bıraktığı koltuğa nefret kuruluyor. Kırılganlık, incinebilir olmak bizi yorarken, o nahoş duygular içimizde kıpırdamaya başlıyor. Başta hoş görünen alışkanlıklar, şakalar artık asap bozuyor. Schmid burada “nefret aşkından” bahsetmeye başlıyor: İlişkinin seyrinde taraflar ya hayal kırıklığı ve çaresizlikle birbirini suçlar ya da hayalleri süsleyen bağın gereklerini yerine getiremedikleri için suçluluk duyar. Eşi yitirme korkusu, gerilimi boşaltacak sağlıklı tartışmaların yolunu kaparsa, işler sarpa sarar.

Nefretin aşkla karışması, iki uç duygunun harmanlanması, doğaldır ki insanı çelişkiye düşürüyor. Aşk-nefret sarmalında başroller egoların. Kendi haliyle var olamayan, egosu kırılgan kişi, öz değerini partnerinden gelecek sevgiyle ölçtüğü için, beklediği karşılığı görmediğinde nefretten kaçamıyor. Öz saygınız yerindeyse bir süre karşı tarafı suçlayıp ondan biraz nefret edebiliyor, sonra işinize gücünüze dönüyorsunuz. Kişi karşısındakinin özelliklerini gerçekçi bir süzgeçten geçirip, olduğu gibi kabul ettiğinde duygu-mantık dengesini doğru kurabiliyor. İlişki sağlıklıysa sevgi galibiyetini ilan ediyor.


Sanal dünyada nefret takibi
Zıt duyguları üzerimize salıp bizi perişan eden beyin; sevgi ve nefret arasında ayrım yapmıyor. 2008’de Semir Zeki ve John Paul Romaya tarafından bir araştırma yapılmış. İnsanlara sevdikleri ve nefret ettikleri kişilerin resimleri gösterilirken beyinleri incelenmiş. Şaşırtıcı olan, her iki durumda da beynin aynı bölgesinin aktive olmasıymış. Nefret ve aşkın beyinde aynı sinir devrelerini uyarması, nefret takipçilerinin takıntılarını açıklıyor. Bir şeye yoğun olarak dikkat vermek, iyi hissetmemizi sağlayan oksitoksin, serotonin ve dopamin hormonlarının salgılanmasını tetikliyor. Psikoterapist Sally Baker, sosyal medyada sevmediğimiz birini takip etmenin bizi harekete geçirdiğini söylüyor. Bu aslında bir terapi gibi, hayatımıza renk katıyor, onun kötü durumda olduğunu görmek içimizi ferahlatıyor. Hiç sevmediğim kadın popçunun her rezaletinde eğleniyorum, itiraf ediyorum.

Pandeminin nefret takipçilerinin sayısını artırmasını, Dijital Pazarlama Stratejisti Charlotte Sheridan “Keeping up with the Joneses” (Jones’lara yetişmek) mantığıyla açıklıyor. Bu tabir, silik görünme kaygısıyla tanıdıkları insanların aldığı pahalı şeylere sahip olmak, onları taklit etmek isteği için kullanılıyor. Sosyal medyadan önce, özenilen kişiler yakın çevremizle sınırlıyken, mesela komşunun yeni arabasını kıskanıyorduk; zaten park etmeyi bile beceremezdi, o araba neyine gerekti, deyip oyalanıyorduk. Durum çok daha vahim şimdi, artık mükemmel anne A’nın şirin bebeğinin altın emziğini, futbolcu B’nin evinin havuzunu, şarkıcı C’nin tatil yaptığı tropik adayı seyrediyoruz ve gıcık oluyoruz. Herkes olmayan bir ipi göğüsleme telaşıyla en güzel, en başarılı, en zengin, en mutlu görünmek için çabalıyor. Sheridan, “kıyaslamak neşenin katilidir,” diyor.


Theodore Zeldin Avusturya’da yapılan bir araştırmada, öfkenin şefkatten beş kat daha fazla hissedilen bir duygu olduğunu belirtiyor. Newcastle Üniversitesi’nden Tarihçi Dr. Martin Farr’a göre “nefret takibi” sosyal medya ile başlamadı. İnsanlar kazaları, kavgaları, yangınları hep seyretmekteydi zaten... Gazete, radyo, televizyon ve internet insanlara hiç karşılaşmayacakları tipleri tanıma olanağı sağlayarak gözlem alanını büyüttü. Akıllı telefon sayesinde sevmediğiniz birilerini saçmalarken seyretmenin keyfine kolayca varabiliyorsunuz. Nefret ettiğiniz kişi ünlüyse, siz eğlenirken o da sayenizde para kazanıyor.

Dr. Farr nefret takibinin faydalarını şöyle anlatıyor: Katılmadığınız görüşlerin size sunulması iyidir, yankı odası (kişilerin sadece kendininkine benzer fikirlerden haberdar olması) etkisini düzeltir. Psikoterapist Sally Baker da saplantı haline gelmediyse, nefret takibini sağlıksız bulmuyor. Tüm nefreti birkaç kişiye yöneltmez, sürekli bunu düşünmezsek ve kendimizle ilgili olumsuz düşüncelere kapılmazsak sorun yok. Şimdi bakalım sevimsiz kadın popçu twitter’da ne saçmalamış…

Kaynaklar:
https://www.dbe.com.tr/tr/yetiskin-ve-aile/11/ask-ve-nefret/
https://evrimagaci.org/karma-duygular-hem-sevip-hem-nefret-etmek-4322
https://www.psychologytoday.com/us/blog/the-mysteries-love/201803/it-s-thin-line-between-love-and-hate
https://www.diken.com.tr/sosyal-medyada-nefret-ettigimiz-kisileri-neden-takip-ederiz/
Wilhelm Schmid, Düşmanlığın Faydaları, İletişim Yayınları, 2017.
Theodore Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi, Ayrıntı Yayınları, 1998.