Üniversite kavramının mekânsız ve unvansız temsilcisi Ulus Baker, efsanevi hocalardandı; Ankara’dan İstanbul’a geldiğinde, adı ondan önce şehre varmıştı. Ünü medyatikliğiyle ters orantılıydı. Dilden dile dolaşan efsanelerden biri vakıf olduğu dillerdi: Fransızca, Rusça, Almanca, İngilizce, İspanyolca, İtalyanca, Latince, Sanskritçe, Yunanca. ODTÜ Sosyoloji Bölümünde okurken hocaların dikkatini çektiği, verdiği “beden sosyolojisi” derslerine her yaşta insanın katıldığı söyleniyor. Platon, Aristoteles, Leibniz, Spinoza, Nietzsche, Foucault, Freud, Weber, Durkheim, Montesquieu, Deluze gibi isimleri andığı derslerin her birini yeni bir seminer gibi ele aldığı anlatılıyor.
Hocasının zorlamasıyla bitirebildiği tezi yaklaşık bin sayfa civarıymış. Doktor unvanı aldıysa da bürokratik nedenlerle okuldan ayrılmış, ama okul ondan ayrılmak istememiş; ODTÜ GİSAM’da (Görsel İşitsel Sistemler Araştırma ve Uygulama Merkezi) danışman olmuş. Ankara’nın çeşitli mekânlarında, kafelerinde, meyhanelerinde binin üzerinde seminer vermiş. Vereceği seminerlere hazırlık yapması gerekmezmiş, zaten bilgiler hep hazırdaymış.
Ulus Baker Kıbrıslıydı. Çevresindeki kalabalığa, sevenlerine rağmen, halesiyle koruduğu yalnızlığını adalı kimliğine benzetiyorlar. En yakınındakiler bile sırlarını bilmezmiş. Gerçekten öyle, kendine dair arkasında bıraktığı şeyler sadece düşünceleri, bilgileri… Babası Psikiyatrist Sedat Baker’in sevgilisinin kocası tarafından öldürüldüğü; kanserden kaybettiği annesi şair Pembe Marmara’nın -yine Kıbrıslı şair Neşe Yaşın’ın aktardığı üzere- gençken mektuplaştığı Ümit Yaşar Oğuzcan’la biri Adana’da biri Lefkoşa’da aynı anda yüzük takarak nişanlandıkları dışında özeline dair bilgi yok, her şeyi bilen Google’da…
Ulus Baker, siyasal rejimlerin dayandığı iki temel duygudan söz eder: Kendilerini destekleyenlere verdikleri umut ve diğerlerinin yüreklerine saldıkları korku.
“Her şeyi anlamak zorunda değiliz.”
1960’da Leningrad’da doğdu, liseyi orada okudu. ODTÜ, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde ders verdi. Sosyoloji, felsefe, sinema, tarih, müzik ve matematik rahatça dolaştığı alanlardı. Deleuze, Hegel, Spinoza’dan çeviriler yaptı. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisinin kadrosundaydı. Toplum ve Bilim dergisi yayın kurulu üyesiydi, başta Birikim, çeşitli dergilerde yazıları yayımlandı. Kitapları çıktı. Youtube’daki bir videosunda çok sevilen bir cümle kurmuş: “Her şeyi anlamak zorunda değiliz.” Çok düşünen birinden bunu duymak sahiden rahatlatıcı. İnsanı suçluluk duymaktan veya kendini bir şey sanmaktan alıkoyuyor.
Dahi mi, deli mi?
Dışarıdan bakanları, dahi mi deli mi ikileminde bırakacak denli dünyevi işlere uzaktı. Onu sevenler haklı olarak dağınık görüntüsüyle konuşulmasını yakışıksız bulsa da bir fikir-düşünce-duygu varlığı gibi yaşarken, bedenini geçici bir konaklama yeri gibi algıladığı her halinden belli. Necmi Erdoğan’ın anlatımıyla belki de, “Tıpkı Deleuze’ün ‘organsız beden’i gibi ‘sınırlanmasına’, akışının ‘kesilmesine’, müdahale edilmesine karşı durduğu için sağlığıyla ilgili baskılara direndi...”
Pek çok insana öğretmenlik etmiş; meseleye olmadık açılardan bakmayı, akıl-fikir-bilgiyle “sevişmeyi” öğretmiş. Ulus Baker, sorumluluğunu üstlenmeye hazır arkadaşlarına hayatı kolaylaştırmasa da, kazandırdıkları aldıklarının önüne geçmiş olmalı ki, ondan gelecek mihneti çekmeye gönüllü insanlarca “yalnız” bırakılmamış.
Akademisyenliği de yersiz yurtsuzluğu gibiymiş, hiçbir zaman cv yazmamış. Gittiği yerdeki bilgisayarda bir şeyler yazıp unutur, konusu açılırsa hatırlarmış. Sağda solda yarım yazılar bırakırmış. Necmi Erdoğan, Walter Benjamin’in diyalektikçi için düşünmenin tarihin rüzgârında yelken açmak olduğu benzetmesinden hareketle, Baker açısından düşünmenin, yelkenle tek başına ummana (okyanus) dalmak olduğunu söylüyor. Bu dünya ile öte dünya arasındaki eşikte duran hayaletler gibi, Baker’i de bedensiz bir ruh-duygu varlığına benzetiyor.
Spinoza sevgisiyle evindeki iki siyam kedisine de Psinoza adını vermiş. Kahve, samsun216 ve votka ile yaşarken ancak biri hatırlatırsa yemek yediği söyleniyor. 2007’de dünyaya veda etmiş. Mezarı Lefkoşa’da. Tanıl Bora onun için diyor ki: “Onun iradesiz, neredeyse tümüyle kendisiz görünen şeytan tüylü yumuşaklığının ardında, herkesi, hepimizi boyun eğdiren böyle acayip bir irade saklıydı. Sanki mahremi gibi olan varoluşsal bir alana müdahaleye izin vermeyen, acayip bir irade.”
Yazılarından duygulara dair notlar
Platon’a göre, aşk sevilenle bütünleşme arzusudur, Aziz Agustinos ise gerçek sevginin tensel değil tinsel olduğunu savunur. Ama değişmeyen şey şudur ki, sevince sevilmek isteriz. Spinoza, “Biri bize, nedenini bilmediğimiz bir sevgi duyarsa, onu zorunlu olarak severiz,” der; yani sevilmenin uyandırdığı hazzın nedenini kendimizde bulamazsak (güzel/akıllı/seksi değilim…) karşı tarafta ararız. Sevginin nedenini kendimizde bulursak (gencim, güzelim, ona çok iyilikler yaptım), onu dolaylı olarak severiz; ya onun sevgisini de ekleyerek öz-sevgimizi arttırır ya da kendimizi sevmemize destek olduğu ölçüde onu severiz. Onun bizden nefret ettiğini düşünürsek, nefret ile sevgi arasında kararsız kalırız; ama eğer onun nefretinin bizce bir nedeni yoksa biz de ondan nefret ederiz. Kendinden nefret edilmesi, kişide keder uyandırır, ama bu kederin nedenini kendimizde aramak istemeyiz, yoksa kendimizden nefret etmeye başlayabiliriz. Keder, varlığımızı sürdürme güdümüze, yani diğer temel duygu olan arzumuza terstir. Dolayısıyla sevgiyi iade etmekten çok, nefreti iade ederiz. Birileri bizden nefret ediyor diye kolayca kendimizden nefret etmeyiz.
Spinoza’ya göre bütün duygular, üç temel duygu ve onların kombinasyonlarıdır: Var olma ve eyleme gücü (arzu), bu gücün artışı (sevinç) ve azalışı (keder). Sevgi “dış bir nedenin fikri eşliğinde yaşanan sevinç”, nefret ise “dış bir nedenin fikri eşliğinde yaşanan keder”dir. İnsanlar, olumlu/olumsuz durumlarını bir dış nesneye atfetmeye yatkındır, dış nesne bazen ilahi bir kudrettir. Bu, 19. yüzyılda Nietzsche’nin dinin kökeni olarak gördüğü noktadır.
Duygularımız ve tutkularımız üzerinde irade sahibi değiliz; isteyerek sevip, isteyerek nefret edemeyiz. Nefret bizim acımız, kederimizdir; nedenini kavrayabilirsek nefret duygusu kaybolur. O halde, nefreti bağladığımız imajları varoluş gücümüzü yükselten sevgiye bağlama şansımız da vardır. Beni kederden kurtaranı severim. Sevdiğimi yanımda tutmak ister, onunla ilişkili her şeyi severim. Bunun gibi, nefret ettiğim biriyle bağdaştırdığım her şeyden de nefret ederim. Spinoza “hayranlık” (admiratio) ve zıddı “horgörme”yi (contemptus) “gerçek anlamıyla duygu olmayan durumlar” olarak tarif ediyor. Bu “emeksiz” duygular, diğer duygulara zemin hazırlıyor. Hayranlık aslında sevgi değil merak; sonradan sevgiye dönüşebiliyor ancak kırılgan. Bunu iyi anlayan kadınlar bir tür “şefkat” duygusu geliştiriyor; şefkat bir duygu ya da tutku değil, bir ilgi (admiratio). Bunların olmadığı durumsa hor görü, ya da “ilgisizlik”; hor gördüğünüz şey bizi o kadar az ilgilendiriyor ki, ilgilendiğimiz şeyler kadar değerli olabileceğini düşünemiyoruz bile. “Nötr” ilgisizlik düzlemi ise bir duygu ya da tutku içermemekle birlikte, temas sürdüğü ölçüde bir tutku potansiyeli taşıyabiliyor.
Muhafazakârlığa dair notlar
Muhafazakâr, modern çağın insanıdır; eski, “geleneksel” denen toplumlarda bulunmaz; çünkü gelenek, eğer gerçekten gelenekse insanların çabasına gerek kalmadan korunur. Muhafazakârlık, ancak gelenek tarihsel bir hayal perdesinin arkasında kaldığı andan itibaren mümkün olan duygusal bir yaşantıdır. Modern dünyadaki muhafazakâr, geçmişin değerlerini korumayı üstlenen değil, şu anda sahip olduğu, içinde yaşadığı değerleri gelecek kuşaklara dayatan biridir. Çocuklarının kendi bildiği değerlere göre yaşamalarını ister. Gelecek “bir olanak”, “bir başkalık” olarak muhafazakârın üzerinde ağırlıktır.
Sabit bir özün saklanıp korunmasını isteyen statüko, bu açıdan geleceğin “yenilik” ve “başkalık” tehlikelerine karşı korunan bölük pörçük bir değerler derlemesidir. Muhafazakârlık sürekli “değerlere bağlılık” söylemini savunur ve egemen ideolojiye eklemlenerek varlığını sürdürürken, değerler anlam kaymasına uğrar. Boşalan içerik, korunması gereken bir mülk, bir tutum, para, semboller vs. ile doldurabilir. Böylece Tanrı’ya inanç bile “inanca inanç” gibi boş bir kalıp haline gelir. Geçmişin değerlerini korumak, ata mirasını savunmak, kolayca ırkçılığa ve faşizme yol verebiliyorsa, bunun nedeni, bir muhafazakârın kafasındaki geleneğin büyük bir kısmının devlet, aile, vatan, ülke, millet, halk gibi göreli terkiplerden oluşmasıdır. “Yeninin ne ve nasıl olduğu” başka şekillerde en çok “yenilikçiyi”, “devrimciyi”, “reformcuyu”, “ilericiyi” ilgilendirir. Ancak dikkat gerekir, ütopya gerçekleştikçe ütopik niteliğini kaybedebilir.
Kaynak
https://eksisozluk.com/ulus-baker--346582?p=10
https://eksisozluk.com/pembe-marmara--1716747 http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,342,0,0,1,0 http://www.korotonomedya.net/kor/index.php?id=21,204,0,0,1,0 https://m.bianet.org/biamag/print/142479-sisyphos-un-kaderi-ulus-baker-icin
https://birikimdergisi.com/guncel/1047/ulus-un-hayaleti https://birikimdergisi.com/guncel/1045/ulus-her-neredeysen
Ulus Baker, Dolaylı Eylem, Birikim Yay., 2012