Marmaris’i ilk gördüğümde on iki yaşındaydım. Halikarnas Balıkçısı’nın tohumlarını Avustralya’dan getirttiği okaliptüs ağaçlarının arasındaki Sevgi Yolu’ndan geçerek Gökova’ya sapmış, Marmaris’e doğru ilerliyorduk. Güneş batmaya yakındı. Aniden, yemyeşil yokuşun hemen altında beliren uçsuz bucaksız bir mavi hatırlıyorum. Bu mavi ufka doğru gümüş gümüş, pırıl pırıl parlıyordu. Halikarnas Balıkçısı, gümbür gümbür “Merhaba”sı ile bizi selamlıyordu…
Sonraki yıllarda bu anı defalarca yaşadım; her seferinde aynı heyecan ve hayranlıkla Gökova’yı seyrettim. Ona, Halikarnas Balıkçısı gibi yüksek sesle merhaba dedim!
Marmaris’e yaklaşırken babam arabanın camını açmamı, içeriye dolan kokuyu ciğerlerime çekmemi söylemişti. Reçine kokusunun hafif genzimi yakarak, yağmurdan sonraki ormanlar gibi ruhuma verdiği ferahlık hissini aradan yıllar geçmesine rağmen, o taptaze ve tertemiz nefesi öyle iyi hatırlıyorum ki!
Bu seyahatten seneler sonra ilk defa tekrar Marmaris’e gittiğimde yol boyunca aradığım o çam kokusuydu. Belki de Marmaris’i bu kadar sevmemin en özel sebeplerinden biri kokular diyarına yaptığım yolculuktur.
Marmaris’e vardığımız zaman yakınlarda kocaman otellerin arasına çok hoş bir seda bırakarak tarihe karışmış, Amos adında mini mini bir pansiyona yerleştik. Sahile doğru inen bir patikanın etrafında, bin çiçekli bir bahçe içindeki tertemiz, bembeyaz badanalı odalarda yaşadığım mutluluğu daha sonra kaldığım en lüks otel odalarında bulamadım.
Haylaz bir çocuktum, kolej sınavlarına hazırlandığım zamanlardı. Ders çalışmam lazımdı fakat doğanın güzelliği beni öyle cezbediyordu ki, çiçek seyretmekten, çiçek koklamaktan, denize girmekten balıkları keşfetmekten başka bir şey yapamaz olmuştum. Bu ne güzel bir tembellikti: etrafımdaki her şey renkli ve büyüleyiciydi. Pansiyonun iskelesi tahta, derme çatmaydı. Kumsal ve içinde güneşin suyla dans ettiği, minik balıklarım etrafımda yüzdüğü deniz, çocukluğumun en güzel yeriydi.
Sabahın erken saatinde kiraladığımız trandil bizi almaya geliyor, beraber gittiğimiz aile dostlarımızla koyları dolaşıyor ve denizin rengini, sesini dinliyorduk. İlk defa bir deniz mağarası görüştüm, antik taşları yeni keşfetmeye başlamıştım ve zeytin ağacının başını suya eğen gövdelerine, renk değiştiren yapraklarına hayran olmuştum.
Daha sonraları ne zaman Seferis’in deniz mağaraları şiirini okusam aklıma ilk defa bir deniz mağarası gördüğüm o an geldi.
Denize yakın mağaralarda
bir susuzluk duyarsın, bir aşk,
bir coşku
deniz kabukları gibi sert
alır avucuna tutabilirsin.
Denize yakın mağaralarda
günlerce gözlerinin içine baktım,
ne ben seni tanıdım, ne de sen beni.
İstanbul’da Boğaz’ın lacivert derinliğine aşina olan benim için, Akdeniz’in açık mavi sularının rengi şaşırtıcı ve masal gibiydi.
Küçüktüm. Zamanın sonsuzluğa uzadığı yıllardı. Pansiyona balık getiren bir yaşlı amca vardı. Teni güneşten yanık, saçları sıcacık sarılar ve gözleri neşeli mavilerdi. Piyadesiyle iskeleye yanaşıyordu. O zamanlardan erkenci olduğum için, iskelede birkaç gün üst üste rastlaştık, merhabalaştık. Benimle sohbet etmeye başladı. Balıkları anlattı, dip balıklarını, kayaların altında yuvası olan ahtapotları, orfozları…
Eski Marmaris’te
Kendi dedesinden dinlediği Marmaris’i anlatmıştı: Hayat öyle sakinmiş ki denizkızlarının geceleri söyledikleri türküler evlerden duyulur, çocuklara ninni olurmuş... “Eskiden Marmaris’te” dermiş dedesi, “çiçekler bir açar bir daha solmazlarmış bahar boyunca, deli zeytinler meyve, günlük ormanları yanına gidene şifa verirmiş.”
Eski Marmaris’te kavga gürültü, küslük olmazmış. Meltem serin serin esermiş yazları. Sıcak bunaltmazmış. Bal öyle tatlıymış ki, sadece çocuklar, baldan tatlıymış. Kahramanlıklarıyla ünlü sarı gömlekli diye anılan Marmaris denizcilerinin hikâyeleriyle büyüyen çocukları anlattı. Sonra bir sabah onu ağ örerken gördüm. “Denemek ister misin?” diye sordu. Evet dedim hevesle. Mekiği nasıl kullanacağımı öğretti.
Çocuklukta öğrenilen şeyler unutulmuyor mu nedir, yıllar sonra babamın aldığı bir teknenin yanlarına o gün balıkçı amcadan öğrendiğim şekliyle ağ ördüm. Marmaris tatilinde ben, Ege ve Akdeniz ile tanıştım ve öyle içime işledi ki, bu sulardan ömür boyu çıkamadım, iyi ki de çıkamadım.
Elbette o zamanlar bilemezdim, senelerce sonra hayatımın merkezinin Marmaris’te bulunacağını. İlk olarak deniz tatiline gittiğim Marmaris’in kışlarını yazlarından daha çok seveceğimi de.
Kışları Marmaris rüya gibidir
Netsel Marina’da duran teknemizde kalırız. El ayak çekilmiş, kalabalıktan temizlenmiştir her yer. Sabahları tekneden başımı çıkardığımda ya pırıl pırıl bir güneş ya da bir ressamın ultramarin, Prusya mavisi, indigo diye saymaya başlayacağı, mavinin en güzel tonlarıyla denize inmiş bulutlar karşılar beni.
Netsel Marina’da, Pineapple Restaurant’ın terasında tekneleri seyrederek kahvaltı etmek, içkinizi yudumlayarak çok güzel bir yemek yemek ya da kapalı kısmında İngiliz Pub’ı havası alarak bira içmek pek keyiflidir. Porsiyonlar büyük, prezantasyon şık, servis özenlidir.
Eğer tercihimizi daha hızlı bir yemekten yana kullanırsak Marina’da hemen Barış Usta’ya gideriz.
Marmaris’in kordonunda, marinaya çok yakın senelerdir mekânımız, güler yüzlü servisi, her zaman taze ve eli ayağı düzgün mezeleri ile Neighbour’s vardır. Akşamları gidilecek ise rezervasyon ve bizlerden selam şarttır!
Gezecek yerler o kadar çoktur ki…
Kışları Marmaris ve çevresinde gezecek yerler o kadar çoktur ki, vakit yetmez! Yazın sıcaktan gidemediğimiz yerlere gitmek için en iyi zamanlar Ekim ayı sonunda başlar. Bunlardan biri Nimara Mağarası’dır. İçindeki sarkıt ve dikitlerden 100.000 sene önceye tarihlenen mağarada 10.000 sene önce burada yerleşim olduğunu gösteren buluntular Paleolitik ödenmeden Tunç Çağı’nda kadar çeşitlilik gösterir. Muhtemelen bir cam/boncuk atölyesi olduğu düşünülen mağara Roma Dönemi’nde tapınak olarak kullanılmış; içinde pek çok kap kacak, insan figürlü heykel bulunmuş.
Marmaris’in ilk surlarının M.Ö. 3000’lerde yapıldığını söyler Heredot. Marmaris Kalesi ise M.Ö. 2. Bin yılda yapılmış ve önce İyonlar sonra da Helenistik dönemde restore edilmiş. Rodos’a 1522 senesinde yapacağı sefer öncesinde askeri üs olarak kullanmak üzere I. Süleyman kalenin tekrar yapılmasını istemiş. Kalenin alt kısmında da padişahın annesi Hafsa Sultan adına yaptırdığı kervansaray var.
Kale’nin liman ve koy manzaralı konumundan daha güzeli ise aynı zamanda bir arkeoloji müzesi olması; Tunç Çağı’ndan başlayan Helenistik, Roma ve Bizans, dönemine uzanan parçalar, Knidos, Burgaz, Emecik Apollon Tapınağı ve Hisarönü’nde yapılan arkeolojik kazılardan çıkarılan çömlekler, cam objeler, sikke ve süs eşyaları var. Bahçesi çok bakımlı, sunaklar, sütunlar ve başlıkları, Osmanlı dönemine ait mezar taşları, toplar, gülleler yer almakta. Fotoğraf çekmek için de ideal bir lokasyona sahip.
Karacasöğüt
Diğer bir gezi istikameti benim çok sevdiğim Karacasöğüt yoludur. Dört mevsim çiçeklidir. Mevsiminde kendin topla kendin ye “çilek”lidir. Civarda Çınar Restautant/Motel’de hava sert ise şömineli iç mekânda, hava güneşli ise havuza giren ördekler ile beraber bahçede, bizleri tüm gün tok tutacak bir kahvaltı yapmak şahanedir.
Bu güzergâhtan Gökova’ya ulaşıp Gökova Yacht Club’ı gezmek, bir kahve içmek, büyülü bahçesinde tavşanları sevmek ne güzeldir!
Madem buralardayız, hadi Çamlı Koy’a gidelim. Pırıl pırıl denize bir öpücük kondurmak için uzanmış çam ağacının hikâyesini dinleyelim ya da çakıl taşı toplayalım. Yüzmeye buraya muhakkak gelmeliyiz, diyelim!
Belki yollarda biraz daha dolaşırız. Belki tekneye gider biraz dinleniriz.
Bayır Köyü
Sırada Bayır Köyü var. Bu istikamete ben bir günümü ayırırım. Her çiçeğe, her ağaca, her buluta uzun uzun bakar; mevsimlerden kış sonuysa badem ağaçlarının çiçeklerini koklar, kuzuları severim. Arabada adım başı rastladığımız güzellikleri görmek, onlara dokunmak, fotoğraflarını çekmek için sürekli dururuz.
Marmaris’e 30 km uzaklıktaki Bayır Köyü’ünün kahvesinde taze adaçayı içip, 2000 senelik çınar ağacının etrafında, mutlu bir haber gelsin bizlere diye, beş tur atarız. Köye bir kere daha âşık oluruz.
Yazları tekneyle demirleyip, denize girdiğimiz Kumlubükü’ne doğru yola çıkarız. Bazı günler kekik toplamak ve zamanda yolculuk yapmak için Amos’a gideriz. Helenistik Dönem’den Doğu Roma dönemine kadar yerleşim izleri bulunan Amos, Ana Tanrıça’nın Tapınağı, anlamına geliyormuş. Tiyatrosu “dünyanın en güzel manzaralı tiyatrosu” olmalı! Farklı türlerdeki kekikleri ile ise nefasette yarışan olamaz!
Şart mı bu tiyatroda bir eser sahnelenmesi? İki bin senelik bir koltukta oturup, zeytin ağaçlarının yapraklarının pırıltısı, rüzgârın fısıltısı ile denizde doğan ve denize batan güneşi seyretmek yetmez mi?
Elbette yakınlarda Orhaniye, Selimiye, Söğüt, Bozburun arabayla gitmek için de, en az tekne ile gitmek için olduğu kadar harikadır yaz ayları dışındaki zamanlarda.
Turgut Şelalesi’nde yemyeşil tabiat arasında serin serin, şırıl şırıl akan sular… Orhaniye’de marinayı sağımızda bırakarak ilerleyince Marmaris’teki lokantasından tanıdığımız Zuzu, Yasemin Hanım’ın deniz kenarındaki çok cici yeri.
Hemen karışımızda bir adaya doğru denizin ortasında yürüyen insanlar! Efsaneye göre prensesinin ayak basması ile kumsal haline gelen ve kırmızı rengini prensesin kanından alan deniz içindeki büyülü yol…
Artık Selimiye’ye yakınız
Selimiye’de hem denizi pırıl pırıl “Beyaz Güvercin”de kalmıştık annemle uzun süre hem de tekneyle defalarca gittim. Sardunya çok sevdiğim bir restoran ve sofraya gelen her şeyi iyidir. Selimiye ise son dönemde açılan yeni mekânlar, marketler ile ikinci bir Göcek olma yolunda ve bana göre naifliğini, sevimliliğini kaybetmeye başlamakta. “Fazla el değmemiş olsun” diye düşünerek bir yer arayanların tercihi bu sebeple Söğüt olmalı; hele deniz ürünleri seviyorsanız rüzgârı hiç eksik olmayan Denizkızı’nda yemeden dönmemelisiniz!
Marmaris ve çevirisi tek bir yazıya sığmayacak kadar geniş ve güzel. Her mevsimin kendine özgü çiçekleri ve otları ile bezenmiş köşeleri, kışları kayalardan akan dağ suları, baharda çalılıkların bile çiçeğe durması…
Marmaris dört mevsim büyülü!
Bilmem ki, kaç arkadaşıma, zeytin ağaçları, çiçekli yollar, yeşiller maviler arasındaki dalgalar neşe, keyif, macera dolu hikâyeler oldu.
Geçtiğim tüm yolların sonu, Marmaris’in denizine açılan çam ormanlarının, okaliptüslerin, Amos’un kekikleri ile birleşti içimde, bir denizkızının ömür boyu sürecek deniz türküsü oldu.
Diyeceksiniz ki, belki de Marmaris’te anlattığın yerler yandı, bitti, kül oldu! Babam derdi ki, Marmaris’te öyle bir tabiat var ki, sopayı toprağa saplasanız çiçek açar. Sahiden öyledir. Marmaris tabiatı kendi küllerden defalarca doğan Zümrüt’ü Anka’dır.
Marmaris bir “göğe bakma durağı”dır:
Heredot’un dediği gibi “dünyanın en güzel göğü”ne sahiptir!
Keşfetmeye, âşık olmaya, “göğe bakmaya” hepinizi Marmaris’e bekleriz.
Eminim, Marmaris’te biz hep birlikte sevinebiliriz!