YORUM - Arif Ergin


Film, New York’un ünlü bulvarı 5th Avenue görüntüsüyle başlar. Yıllardan 1961 yılıdır ve dünya henüz romantizmini ve ahengini kaybetmeye başlamamıştır. Sahneye bir taksi girer ve Tiffany’s & Co.’nun amiral mağazasının önünde durur. Taksinin kapısı açılır, siyah elbisesi ve müthiş zarafetiyle Holly (Audrey Hepburn) arabadan iner. O anda fonda “Moon River” şarkısı çalmaktadır. Aynı yıl hem Oscar hem Grammy ödülünü alacak olan bu şarkı, Audrey Hepburn ve film için özel olarak bestelenmiştir ve halen sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi film müziklerinden biri olarak kabul edilmektedir. 8 silindirli 5.800 cc motor hacmindeki taksi sahneyi terk edip giderken çıkardığı motor ve egzoz sesi o muhteşem Moon River şarkısı sayesinde duyulmaz. Holly, Tiffany’s mağazasına doğru narin adımlarla yürür. Her zamanki gibi olağanüstü güzel ve çok şıktır, ama elinde bu şıklığıyla tezat oluşturan bir kesekâğıdı taşımaktadır. Mücevher vitrini önünde durur, kesekâğıdından bir çörek ve karton bardakta kahve çıkarır, bardağın plastik kapağını açıp kesekâğıdına atar, çöreğinden bir ısırık alır ve vitrindeki mücevherleri büyük bir hayranlık ve gıptayla seyretmeye başlar. Vitrinleri seyrederek yürür ve sonra yarım çöreğini, kahve dolu karton bardağını, içinde plastik kapak olan kesekâğıdını yol üstündeki bir çöp kutusuna atıp gider.


Henüz bu romantik filmin ikinci dakikasıdır ve filmi birlikte izlemekte olduğum mühendis arkadaşımdan bir ses yükselir, “Hiç oldu mu bu şimdi! Bunlar hiç birlikte çöpe atılır mı Audrey’ciğim! Çöreği ve kahveyi organik atık kutusuna, kâğıdı ve karton bardağı kâğıt atık kutusuna, plastik kapağı plastik atık kutusuna atman gerekiyordu!

Benim gibi iklim kriziyle mücadeleyi hem bir yaşam biçimi hem de bir meslek haline getiren insanlar bilir ki, çevre farkındalığı bir kez uyandı mı, insan bir daha hiçbir şeyi eskiden gördüğü gibi göremez. Romantik bir doğum günü partisinde bile insan, partinin sonunda ortalığı toplamakta olan sevgilisine bakıp içinden şunları geçirir, “Pastanın kutusunu öylece çöpe mi atacaksın yani?

Dünya elimizden kayıp gitti
Yaşanmakta olan iklim krizini, üstelik bundan sonra daha büyük felaketlerin kapıda olduğunu bilen her insan, işte bu tedirginlikle bakar hayata. Dünya her geçen gün daha çok ısınmakta, buzullar erimekte, okyanuslar yükselerek verimli kara parçalarını birer birer yutmakta, göller kurumakta, nehirler kimyasal atıklarla dolmaktadır. Dünyanın mevcut kıtalarına bir de plastik atıklardan oluşan ve büyüklüğü 3,4 milyon kilometrekare olan bir “plastik atık kıtası” eklenmiştir ve denizlerdeki her canlının midesinden artık plastik partiküller çıkmaktadır.

Evet, acı ama gerçek. Audrey Hepburn’ün canlandırdığı Holly’nin zarif adımlarla yürüyüp elindekileri ayrıştırmadan çöpe atabildiği o fütursuz dünya elimizden kayıp gitti artık. Parti bitti. Dünyanın havası solunmaz, suyu içilmez, balığı yenilmez, hayvanı hasta, bitkisi hormonlu ve geçen her yirmi yılda kapılarımıza yeni bir kilit mekanizması daha eklemek zorunda kaldığımız güvensiz şehirleri tıklım tıklım insanla dolu hale gelmiş durumda. O ahenk, o müzik bitti artık. Romantizmin sesi bir “fade-out” efektiyle giderek kayboluyor ve yerini marş seslerine bırakıyor. Dünyanın direksiyonunu elinde tutanlar bir anda gözlerine tutulan ışıkla uyandıklarında, çarpışmanın kaçınılmaz olduğu bir duvara doğru son sürat ilerlemekte olduğumuzu fark ettiler. Birbiri ardı sıra konferanslar düzenlemeye, küresel ittifaklar kurmaya başladılar. Yakın tarihimizin en önemli iklim protokolü olan ve çok sayıda ülke tarafından 1997’de imzalanan Kyoto Protokolü, alınması gereken önlemleri somutlaştıran ilk küresel iklim anlaşmasıydı. Bugün geçerli ve en güncel haliyle Paris İklim Anlaşması da iklim krizi adı verilen bu küresel felaketin etkilerini önlemeyi, veya en aza indirmeyi hedefliyor ve taraf ülkelere kendi yerel hedeflerini belirleme ve bu alanda çalışmalar yapma sorumluluğu veriyor.

Peki, iklim krizi dediğimiz bu problem nedir? Ve neden olmaktadır?

Dünyada yaşamın kaynağı güneştir,” denilir, ki elbette doğrudur. Ancak güneş sadece dünyaya değil, Mars’a, Jüpiter’e veya Pluton gibi güneş sisteminin en uzak gezegenine dahi ışıklarını göndermektedir. Neden o gezegenlerde bir yaşam oluşmazken dünyada oluşabiliyor? Çünkü bizim, yaşamı mümkün kılan bir atmosferimiz var.


Atmosfer
Atmosfer, uzaydan bakıldığında dünyayı masmavi görmemize neden olan sihirli bir fanustur. Bu öylesine bir sistemdir ki, kış ortasında bile meyve sebze üretmemizi sağlayan seralara benzer. Dışarda koşullar ne olursa olsun içerde bir sera etkisi yaratarak yeryüzünde yaşamın oluşmasını sağlar. Bileşeninde belirli oranlarda karbondioksit, metan, su buharı, azot oksit gibi gazlar vardır ve yaşamı oluşturdukları için bu gazlara “seragazı” denmektedir. Güneşten gelen ışınlar, atmosferi oluşturan seragazları tarafından filtrelenerek yeryüzüne ulaşır. Yeryüzüne ulaşan bu ışınlar, dünyanın ihtiyacı olan ısıyı, ışığı, enerjiyi, kısaca yaşamın oluşabilmesi için gerekli tüm hammaddeyi sağlar. Dünya tarafından absorbe edilemeyen ihtiyaç fazlası ışınım da dünyadan geri yansır. Yani ihtiyaç fazlası ışınım, yeryüzü tarafından iade edilir, yine atmosferi geçerek uzaya gönderilir. Dünyanın uzaydan puslu mavi bir gezegen olarak görünmesi, işte bu fazla ışınımın dünyadan yansıması nedeniyledir. Bu atmosferik sistemin mükemmel bir şekilde çalışması sayesinde dünya 15°C’lik bir ortalama sıcaklığa kavuşur. 15 derece; “yaşam” demektir. Bitkiler, hayvanlar, siz, ben, Audrey Hepburn ve kurduğumuz bu medeniyet, ancak bu ideal sıcaklık sayesinde var olabilir.

İklim krizinin nedenleri üzerine araştırma yapan bilim insanları, tüm bu problemlerin temelinde, küresel ölçekte dengesi bozulmakta olan birkaç mekanizma olduğunu fark ettiler. Birincisi, dünyanın giderek ısınmasıydı. Dünyanın ısınma hızı ve şiddeti, doğal deviniminin çok üstünde bir sapmayla gerçekleşiyordu. Öyle ki, gezegenimizin tarihindeki en sıcak 10 yıl, son yirmi yıl içinde yaşanıyor ve her yıl bir önceki yılın sıcaklık rekoru kırılıyordu.

Peki, dünya neden ısınıyordu?

Her yıl, bir önceki yılın sıcaklık rekorunun kırıldığı bu süreç, bilim dünyasının dikkatini dünyadaki sıcaklığı ayarlayan atmosfere çevirince görüldü ki, atmosferdeki bazı seragazlarının emisyonu şaşırtıcı derecede yükselmekteydi. Başta karbon olmak üzere seragazı emisyonu arttıkça dünyadan yansıyan fazla güneş ışınları dünyayı terk edemiyor ve dünya ısındıkça ısınıyordu. 1750’li yıllarda başlayan sanayi devrimi döneminde 280 ppm olan atmosferdeki karbon emisyonu, bu ölçümleri sürekli olarak yapmakta olan National Oceanic and Atmospheric Administration verilerine göre Temmuz 2021 itibariyle 419 ppm’e ulaşmıştı ve her yıl bir önceki yılın rekorunu kırmaya devam ediyorduk.


Fosil Yakıtlar
Bilim dünyası bu kez karbonun peşine düştü ve atmosferdeki karbon emisyonunun yaklaşık %56’sına tek başına fosil yakıtların sebep olduğunu tespit etti. Bu nedenle çevreci aksiyonların hepsi, medeniyetimizin en önemli enerji kaynakları olan petrol, kömür, doğal gaz gibi fosil yakıtlarına karşı pozisyon aldı. Avrupa Birliği Yeşil Mutabakatı ve Paris İklim Anlaşması gibi küresel eylem planlarının hepsinde, fosil yakıtların yerini yenilenebilir enerji kaynaklarının alması ve elektrikli ulaşımın yaygınlaştırılması, başlıca eylemler olarak ön plana çıkıyor.

Örneğin, Holly karakterini filmin ilk sahnesinde “Moon River” şarkısı eşliğinde Manhattan’daki Tiffany’s mağazasına bırakan ve 5800 cc motoruyla benzini adeta içerek çok ciddi karbon salımına neden olan o taksilere pek yakında veda edeceğiz gibi görünüyor. Çünkü New York belediyesi, bu yılın temmuz ayında aldığı bir kararla şehrin ikonik sarı taksilerinin yerini (maalesef henüz çok küçük bir kısmının) mavi renkli elektrikli Tesla’ların alacağına dair bir kararı onayladı. Zaten Moon River gibi romantik şarkılar yerlerini blockchain tabanlı sistemlerce bilgisayarlarda üretilen tekno müziğe bırakıp çoktan tarihe karışmışlardı bile… Demek ki, artık o müzikle birlikte sahne de silinmeye başlıyor…

Tarım ve Hayvancılık
Atmosfere en çok karbonu fosil yakıtlar salsa da, bilim insanları tıpkı birer dedektif gibi suç mahalli olan atmosferi incelemeye devam ettiklerinde bir başka önemli etken daha gördüler: tarım ve hayvancılık.

Atmosfere salınan toplam emisyonun %26’sı sadece gıda üretmek için yapılan tarımsal faaliyetlerden kaynaklanıyor. Üstelik bu sayıya hayvancılığı da eklediğimizde, karbon gibi bir başka seragazı olan ve karbondan çok daha ağır olduğu için ısınmaya olan etkisi karbona göre çok daha fazla olan metan gazı oranının da aşırı bir şekilde yükselmekte olduğunu görüyoruz. Belki çok iddialı bir önerme olacak, ancak yeni dönemde karbondan çok metanı konuşacağız gibi görünüyor. Çünkü tahminler bugün 7,9 milyar olan dünya nüfusunun 2050 yılına geldiğimizde 10 milyar kişiye ulaşacağını gösteriyor. Bu da daha çok tarım ve hayvancılığa ihtiyaç duyulacağı anlamına geliyor.


Su
Sorun sadece enerji ve karbon mu peki? Maalesef hayır! Dünya giderek daha kurak bir yer haline gelirken, her geçen gün daha da büyüyen tarımsal üretim, dünyadaki su kaynaklarının %70’ini tüketiyor. Örneğin 1 fincan kahve üretimi için “tarladan-bardağa” kadarki üretim zincirinde harcanan su miktarı tam 160 litre! 1 adet çörek için harcanan su miktarı 40 litre! Yani tarım ve gıda üretimi sadece karbon salımı değil, korkunç bir su tüketimi de yaparak atmosferi ve yeryüzünü belki fosil yakıtlardan bile daha çok hırpalıyor.

Toplam gıdanın üçte biri çöpe

Daha da çarpıcı bir bilgi var. Dünyada 1,5 milyar insan aç veya açlık sınırında yaşarken, verimsiz üretim ve verimsiz tüketim nedeniyle üretilen toplam gıdanın üçte biri çöpe gidiyor! Yani aslında atmosfere onca karbonun ve metanın %33’ünü boş yere salıyoruz, üstelik çöpe giden gıda atıkları, doğru bertaraf ve dönüşüm sistemlerini kuramadığımız için korkunç bir çevre kirliliğine sebep oluyor. Dünya nüfusunun önemli bir kısmı günde birkaç ABD dolarına denk bir gelirle zar zor geçinmeye çalışırken, her yıl çöpe giden gıdanın ekonomik büyüklüğü tam 2,6 trilyon dolar!

Tam bir kaybet-kaybet modeli, öyle değil mi?

İşte bu yüzden seyirciler beyazperdede romantik müzikler eşliğinde yürümekte olan Audrey Hepburn’ü seyrederken, bizim gibi iklim ekonomistleri ve mühendisler, Holly’nin bir fırt çektikten sonra çöpe attığı kahvesi ve yarım bıraktığı çöreği yüzünden filmin geri kalanına konsantre olamıyoruz ve içimizden diyoruz ki, “Tanrım, 160+40 litre su boşa gitti!”


Ormansızlaşma ve Şehirleşme
Fosil yakıtlar ve tarım ve hayvancılıktan sonra bir diğer atmosfer katili de seragazı salımındaki %17’lik payıyla ormansızlaşma ve şehirleşme olarak ön plana çıkıyor. Küresel ölçekte bozulan sıcaklık, iklimin dengesini bozuyor. Bazı bölgeler aşırı kuraklaşırken bazı bölgeler ani sellerle boğuşuyor. Sıcaklık orman yangınlarına yol açarken, dünyanın akciğeri diye nitelendirdiğimiz ve atmosferdeki karbonu emerek yerine dünyaya oksijen pompalayan ağaçlar yok oluyor. Kuraklık ve kıtlık nedeniyle geçtiğimiz on yıl içinde dünyada yaklaşık 80 milyon insan mülteci dorumuna düştü. Bilim insanları önümüzdeki otuz yıl içinde 800 milyon insanın daha benzer iklim felaketleri nedenlerle mülteci durumuna düşeceklerini hesaplıyor. Zaten artan şehir nüfusları bu yükü kaldırabilecek durumda mı? Kesinlikle hayır.

“Breakfast at Tiffany’s” filmi 1961 yılında çekildiğinde, dünya nüfusu 3 milyar kişiydi. Sadece 60 yıl içinde bu sayıyı neredeyse üçe katlamış durumdayız. Önümüzdeki otuz yıl içinde dünya nüfusunun büyük kısmının şehirlerde yaşayacağını da göz önünde bulundurduğumuzda, durum gerçekten vahim görünüyor değil mi?


Bir şeyler yapabilmek için son 10 yıl
Durum gerçekten vahim, ancak henüz çok geç değil. Önümüzdeki 10 yılı doğru değerlendirebilir ve gerekli adımları atabilirsek, dünyadaki yaşamın felaketi anlamına gelecek olan küresel ısınmayı yavaşlatabilir ve çevresel tahribatı durdurabiliriz.

Fosil yakıtlardan güneş ve rüzgâr gibi yenilenebilir enerji tiplerine dönüş başlamış durumda. Teknolojinin ilerlemesiyle güneş enerjisi şu anda en ucuz enerji konumuna gelmiş durumda ve her geçen gün yaygınlaşıyor.

Dünyada pek çok kuruluş, verimli tarım sistemlerine, su israfını ve enerji israfını minimize eden tarımsal üretim teknolojilerine odaklanmış durumda. Tarım ve gıdanın stratejik öneminin artık farkına varıldı ve küresel ölçekte çok büyük fonlar, “yeşil üretim” projelerine finansman sağlamaya başladı bile.

Sürdürülebilir ve yeşil şehirlerle ilgili de pek çok makro ve mikro proje hayata geçirilmiş durumda. Her geçen gün daha çok şehir, enerjisini ve suyunu verimli kullanan altyapı sistemlerine ve toplu taşımada elektrifikasyona geçiyor. Bu yatırımlarla ilgili çok sayıda finans kuruluşu teşvik ve destek mekanizmalarını kurmuş durumda. Paris Anlaşması, AB Yeşil Mutabakatı gibi küresel eylem planları, trilyonlarca dolarlık fonları ve en kalifiye insan gücünü yeşil dönüşüm için seferber etmiş durumdalar.

İklim kriziyle mücadele ve çevre bilinci, ilkokuldan itibaren bütün derslere girmeye başladı. Köklü bir müfredat reformuyla bu alanda önemli bir farkındalık yaratılabilirse, gelecek kuşaklar bizlerden çok daha bilinçli ve çok daha hazırlıklı olacaklar. İtalya müfredatına İklim Değişikliğini bir ders olarak koydu bile.

İhtiyacımız olan tek şey, bu çabaları hızlandırmak ve inatçı bir iyimserlikle daha iyi bir dünya için harekete geçmek. Unutulmamalı ki, bu mücadele, bizim yerimize bir başkasının verebileceği bir mücadele değil. Breakfast at Tiffany’s filminin son sahnesinde bardaktan boşalırcasına yağan “romantik” yağmuru toplayıp depolayabilecek ve şehrin kullanımına sunabilecek su kolektörlerini dünyanın her şehrine kurabiliriz, mesela! Böyle girişimler için öncellikle her bireyin bilinçlenmesi ve değişen iklimle birlikte düşünce yapısını da değiştirmesi ve yöneticilerden böyle projeleri talep etmesi gerekiyor. Ve buna hemen şimdi başlaması gerekiyor.