San Francisco’nun önemli sanat müzelerinden birinde De Young Güzel Sanatlar Müzesi’nde dev bir sanatçı ile tanıştım: JUDY CHICAGO. O, Kaliforniya’nın ilk feminist sanat programının kurucusu. Bir yazar, aynı zamanda bir sanat eğitmeni. Yüzlerce kişiyi üretimine dâhil etmesi sanat alanındaki etkisinin bir göstergesi. Feminizm dışında yaradılış, ölüm, tehlike altındaki türler, Holokost ve daha birçok konuda, çok farklı sanat pratikleri ile ürettiği eserlerini ağzım açık izledim. Sergiyi gezen herkes de öyleydi. “Her zaman bir baş belası olmayı hedefledim” diyordu 82 yaşındaki Judy Chicago sergiye eşlik eden sesli rehberde. Gerçekten de bir baş belası olmuştu. Dünyaya tepe taklak bakan, yaşarken sonu, ölümü sorgulayan, tehlike altındaki türlere dikkat çeken, erkek egemen dünyada kadın olmanın, erkek olmanın ne demek olduğunu irdeleyen, insanları bir araya getirerek çalışma grupları oluşturan, konusuna göre tığ işinden bronz döküme, pyroteknikten video filmlerine birçok farklı çalışma şekillerini öğrenen, pratiğine katan çok yönlü, çok geniş bir yelpazede düşünen bir sanatçı Judy Chicago. Doğum adı Judy Silvia Cohen’di. İlk eşinin soyadıyla tanınmıştı: Judy Berkowich. Ancak, aksanı yüzünden bir arkadaşı tarafından kullanılan “Chicago” lakabındaki muğlaklığı sevmiş ve bir süre sonra bu ismi resmileştirmişti.
Feminist sanatçı Judy Chicago’nun “Dinner Party” enstalasyonu, tarihin ilk epik feminist sanat eseri olarak kabul edilmekte. Eser, medeniyet boyunca kadın tarihinin bir özeti niteliğinde
“Dinner Party”
Judy Chicago’yu ünlü eden dev çalışması “Dinner Party / Akşam Yemeği Partisi” olmuştu.
Muazzam bir ziyafet sofrası... Judy Chicago bu sofrayı kurmak üzere 1974-79 yılları arasında beş yıl boyunca hazırlanmış. Seramik, porselen, tekstil kullanarak kurduğu üçgen şeklindeki bu sofranın her bir kenarında 13 kadına yer vermiş. Her biri tarihte önemli yeri olan ancak kendi deyimiyle “onurlandırılmaları gerekirken tüketilmiş” kadınlar. Kimler yoktu ki sofrada! Hypatia’dan Virginia Woolf’a, Sappho’dan, cadı olduğu için İrlanda’da yakılan kadına. Bizans imparatoriçesi Theodora’dan Sacagawea’ya… Her birine kendi dönemlerine, kendi yaşamlarına, eserlerine uygun yerleşim tasarlamıştı. İşlemeli uzun örtüler, altın çatal bıçak takımları ve kadehler, merkezinde kabartma vulva ya da kelebek deseni olan kabartma çini porselen tabaklar… Her biri onurlandırdığı kadının üslubuna ve dönemine uygun. Sofrada temsil edilen 39 kadının yanı sıra 999 farklı kadının adı da üçgen masanın yer aldığı beyaz tuğla zeminde altın harflerle anılmış. Chicago bu eseri gerçekleştirmek için seramik dâhil birçok eğitim almış. De Young Müzesi’ndeki retrospektif sergisi sofranın tamamını içermemesine rağmen tabak çalışmalarından örnekler, çizimler, eskizler ve video anlatımları ile insanın aklını başından alıyordu.
Virginia Woolf için tabak denemesi, versiyon 1, (1975-78). Porselen üzerine çini boyama
Genesis / Yaradılış
Nesillerdir haham bir ailenin kızı olmasına rağmen, “Tevrat (ve tabi İncil) ataerkil gözle yazılmasaydı nasıl bir dünyada olurduk” sorgulamasını yapmış. İşleme sanatını çalışmış. Amerika’dan işleme bilen gönüllü kadınları toplamış ve 400 kadınla iş birliğinde fotoğraflara sığamayacak dev eserlerden oluşan “Genesis / Yaratılış” serisini yapmış. Doğum anı, özellikle de bebeğin kafasının doğum kanalında ilk göründüğü ve doğumun taçlandığı anın sanat eserlerinde temsil edilmemesine takılmış: “Erkekler doğurabilseydi, bu anın binlerce görüntüsü olurdu.”
“Doğum Projesi, Dünyanın doğuşu”, 1983
Bu deneyimi gerçekçi bir şekilde yansıtabilmek adına elinde çizim defteri, doğum yapmakta olan bir arkadaşının yanında çalışmış. Chicago’nun “Doğum Projesi” serisi, kadınların el işi ile eşleştirilerek değersizleştirilen dokuma, broderi işleme, tığ işinden oluşmakta. Bu projesine destek veren kadınları da, isimlerini çalışmalarının adına ekleyerek onurlandırmış.
Tıpkı beyazların beyaz olmanın ne anlama geldiğini düşünme ihtiyacı olmadığı gibi, erkeklerin de erkek egemen toplumda erkek olmanın ne anlama geldiğini düşünme ihtiyacı olmadığını, gerçekte onların da bir baskı altında olduklarını (“erkek adam ağlamaz” gibi) fark edip, “Powerplay” serisini yapmış. Hem mütevazı hem de anıtsal çizim, resim, dokuma, bronz, (cast paper) eserlerle erkek egemenliğinin güç kullanımında bazı negatif yollara eleştirel bir bakış sunarak bu durumun kadına olduğu kadar erkeğe de ve dünyaya da etki ve sonuçlarını dile getirmiş.
“Gökkuşağı Şabat”, Judy Chicago & David Woodman, Holocaust projesi, 1982, vitray
Son Akşam Yemeği’nden ilhamla Şabat sofrasını kurmuş… Farklı etnik kökenlerden insanları almış sofrasına.
Holocaust Project: Karanlıktan Işığa
Judy Chicago çocukluğunda Yahudilikten çok, babasının dâhil olduğu Marksist bir organizasyonunun etkisinde laik bir ailede büyüdüğünü ifade ediyor. Holokost hakkında da asıl derin bilgiyi ancak fotoğrafçı eşi Donald Woodman ile Avrupa’ya gittiği zaman edinmiş. “Oysa 1939 doğumluyum. Bu, benim zamanımın felaketi idi” diyor. İlk şoku atlattıktan sonra birlikte çalıştıkları eşiyle konu üzerinde yıllarca araştırmalar yapmış. Sonuçta dört temel soru ile çıkıyor kaşımıza. Ahşap üzerine yaptığı eserlere tam karşıdan bakıldığında, flu anlaşılmaz resimler bunlar. Eserin alt kısmında net sorular var. Eserinin sağına ya da soluna doğru ilerledikçe resim netleşiyor soru anlaşılmaz oluyor. Ancak, bu iki açıdan iki farklı resim görüyorsunuz. “Sınır nerede çizilmeli?” sorusunun yazılı olduğu eserde bir tarafta Mengele’nin insan üzerinde yaptığı deneylerle, bir tarafta hayvanlar üzerinde yapılan deneylerle yüzleşiyorsunuz.
“Holocaust Projesi - Dört Soru”, Judy Chicago & Donald Woodman. Fotoketen üzerine akrilik, yağlıboya ve Marshall fotoğraf yağları sprey
Ve son… Gezdiğim serginin ilk durağı olan “son”. “Ölüm ve Türlerin Yok Oluşu Üzerine Bir Meditasyon” serisi. “Birçok kişi ölmüştü. Babam ölmüştü.” Gerek bireysel ölüm gerekse gezegenin yok oluşu üzerine… Ölümü nasıl karşılayacaktı? “Ölümü korku ve reddetme ile karşılamak istemiyordum. Onu zarafet ve kabulle karşılamak istiyordum. Bunu yapabilmemin yolu, nasıl öleceğim hakkında sorular sormaktı. Bu, evrensel kadın deneyimini erkek deneyimin her zaman olduğu yere taşıyabilmek için ömür boyu süren bir mücadelenin yolu idi. Dünya üzerindeki insanların çoğunluğu güçlü beyaz adamlar değil. Onlar etnik, dini, ırksal, coğrafi nedenlerle mahrumiyet içinde yaşayanlar. Bu da daha çok kadınların durumuna benziyor. Bu farkındalık benim temel ilhamım oldu. Ayrıca babam da topluma katkıda bulunma sorumluluğum olduğu hissiyle bırakmıştı.” Ölüm karşısındaki kişisel sorgulamaları kadar tehlike altındaki türler hakkında yaptığı çalışmaları da içeren bu seri ağırlıklı siyah cam üzerine fırınlanmış cam boyama tekniği ile yapılmış.
Hiç duymamıştım bu dev sanatçıyı buraya gelene kadar, hatta Contemporary Jewish Müzesi’nde gezdiğim Leonard Cohen’i Deneyimlemek sergisinde Judy Chicago’nun Kohanim serisiyle karşılaşmasaydım, bu sergiyi gezmek aklıma dahi gelmeyecekti. Eksik kalacaktım. “Atölyemde çalışırken Leonard Kohen’i dinlerdim. Sözlerinin müthiş etkisi vardı. Ve onu kaybettiğimiz öğrendiğimde onu onurlandırmak için Kohanim serisini yapmaya karar verdim.” Sözlerin cama yansıması… Camdan izleyiciye yansıması… Belki de şimdi, Leonard Cohen’in “free as bird” şarkısını dinlerken düşünmenin zamanıdır: Biz, her birimiz daha özgür, daha adil bir toplum için nasıl bir katkı sağlayabiliriz?