46 filmlik zengin programıyla Filmekimi sinefillere bir sinema şöleni sundu. Bu yazımızda festivalin kaliteleriyle öne çıkan 4 filminden söz edeceğiz.
“HERŞEY YOLUNDA”
Fransız orta kuşak sinemasının önde gelen ismi François Ozon’un son filmi “Herşey Yolunda / Tout S’est Bien Passé” Emmanuèle Bernheim’in aynı adlı romanından alınma. Ozon’un Philippe Piazza ile birlikte yazdığı senaryo mükemmel karakter tahlilleriyle öne çıkıyor. Yardımlı intihar konulu, şaşırtıcı, etkileyici, tokat etkisi bırakan bu çarpıcı filmiyle, François Ozon olgunluk dönemindeki kariyerinin “Franz”dan sonraki en büyük başarısına imza atıyor.
Kendine özgü mizahıyla, bu samimi, gerçekçi, trajik ve sinik film, birçok ülkede tabu sayılan ötenazi sorununa değişik bir bakış açısıyla eğiliyor. İnsan hayatı üzerine bu ironik, cüretkâr, polemiğe davetiye çıkaran filmini, Ozon trajedi türünün tuzağına düşmekten uzak tutuyor. Yönetmen Cannes’daki basın konferansında: “Umarım filmim kamuoyunun bilmediği bir gerçekliğe, ötenazi konusuna bakışını değiştirir” demişti.
Filmin odağında Parisli zengin ve burjuva Yahudi ailesi Bernheim var. 85 yaşındaki aile reisi André (André Dussollier), sanat eserleri koleksiyoncusu, Légion D’Honneur sahibi bir sanayicidir. Karısı Claude (Charlotte Rampling) kocasını terk etmiş Parkinsonlu, depresyonda bir heykeltıraştır. Kocasının eşcinsel olduğunu bildiği halde, uzun yıllar kendisini sevdiği için bu duruma katlanmıştır. Akıl sağlığını yitirince huysuz, geçimsiz bir kadın olmuştur.
André kızlarının bir eşcinsel ile evlenmesini engellemeye çalışan Claude’un ailesinden nefret eder. Bencil, uzlaşmaz bir insan olarak iki kızına hayatı boyunca kötü davranan André, beyin kanaması sonrası felç geçirdiği için büyük kızı Emmanuèle’den (Sophie Marceau) ölmesine yardım etmesini talep eder. Başarılı bir romancı olan Emmanuèle çok iyi anlaştığı kız kardeşi Pascale (Géraldine Pailhas) ve sinematek yöneticisi kocası Serge’e (Éric Caravaca) durumu açıklar.
Film iki kız kardeşin karşı karşıya kaldıkları bu zor durum karşısında alacakları karara odaklanıyor. Fransa’da ötenazi suç sayıldığı için İsviçre’nin bu konuda toleranslı olduğunu öğrenip, uzman bir kadınla (Hanna Schygulla) temas kuran Emmanuèle, André’ye “Kötü bir baba olmana rağmen seni seviyorum” der. André kızı Pascale ile vedalaşırken ironik bir şekilde “Bu konu kız kardeşin için çok güzel bir roman hikayesi olacak” der.
2017’de 61 yaşındayken akciğer kanserinden ölen Emmanuèle Bernheim’in senaryo yazarlığı kariyerinde yine François Ozon ile müştereken yazdıkları “Yüzme Havuzu / Swimming Pool” (2004), “5 x 2” (2004), “Kumun Altında / Sous Le Sable” (2000) filmlerindeki iş birliği var.
Çocukken ölmesini arzuladığı babasının aldığı radikal karara çözüm bulmak durumunda kalan Emmanuèle rolünde Sophie Marceau’yu izliyoruz. 50 filmlik kariyerinde Ozon ile ilk kez çalışan ikonik aktris, duygu yüklü mükemmel yorumuyla auteur sinemasına güçlü bir dönüş yapıyor. Marceau’nun güzel yaşlandığına da tanıklık ediyoruz.
Géraldine Pailhas, canlandırdığı Pascale Bernheim rolü için hayatta olan André Bernheim’in küçük kızını (etkisinde kalmamak için) ziyaret etmekten kaçındığını Cannes’daki basın konferansında itiraf etti. Yüzüne yapılan makyaj ve takılan protezlerle tanımakta zorlandığımız André Dussollier, garip huylu, tahammül edilmez ihtiyar, ölümünü kabullenmiş André Bernheim rolünde kariyerinin en başarılı performanslarından birini çıkarıyor. Her daim mükemmel olan Charlotte Rampling’den başka, bizlere İsviçre’de kitaba uydurulmuş ötenazi yöntemini öğreten uzman rolünde, efsanevi Alman diva Hanna Schygulla’yı izliyoruz.
“ÜÇ AİLE”
“Annem / Mia Madre”nin (2015) ardından 6 yıllık bir suskunluk döneminden sonra Nanni Moretti yaptığı “Üç Aile / Tre Piani”yi İsrailli yazar Eshkol Nevo’nun aynı adlı romanından uyarladı. Yazarın ve Moretti’nin de aralarında bulunduğu dörtlü senaryo ekibi, burjuva semti olan Roma’nın kalburüstü Prati mahallesindeki bir apartmanda oturan 3 ailenin apayrı, ama çakışan hayatlarını anlatıyor.
Öykü anlatmadaki bilinen hüneriyle Moretti insan gerçeğine tarafsız bir çerçeveden bakıyor. Üç komşunun kesişen yaşamlarını, bireysel çelişkileriyle iyice gerilen aile yaşamlarının bunaltıcı yoğunluğu içinde işliyor. İtalyan usta bu geniş insan manzaraları öyküsünü, Akdeniz kültürüne özgü hümanist bir yorumla, suçlayıcı veya yargılayıcı olmamaya özen göstererek anlatıyor. Moretti filminde aile içi ihtilaflar, annelik içgüdüsü, çocuk yetiştirmek, şüphe, paranoya, uzlaşma ve dürüstlük gibi temalar üzerinde ilginç tespitlerde bulunuyor.
Apartmanın zemin katında yaşlı-demanslı komşusunun pedofil olmasından şüphelenen Lucio (Riccardo Scamarcio) - Sara (Elena Lietti) çifti var. Küçük kızına sarkıntılık edildiği paranoyası Lucio’yu karısından uzaklaştırır. İkinci katta, kocası (Adriano Giannini) işi yüzünden sürekli yurtdışında olduğu için yapayalnız kalan, deliliğin sınırlarında dolaşan, yeni doğum yapmış Monica (Alba Rohrwacher) var. Üçüncü katta genç ve sorumsuz oğullarının sorunlarıyla uğraşan hâkim karı-koca (Margherita Buy - Nanni Moretti) oturuyor. Apartmanın reşit olmayan fettan kızı Charlotte (Denise Tantucci) çocukluğundan beri âşık olduğu Lucio’yu baştan çıkarınca iki ailenin hayatı kararır.
“3 Aile”nin müthiş final sahnesinde klasını konuşturan Moretti, sokakta müzik eşliğinde tango yaparak ilerleyen çiftlerin resmî geçidiyle filmi noktalıyor. Giovanni Moretti adıyla doğan sanatçı çocukluğunda pul koleksiyonunu satıp 8 mm bir kamera almıştı. Su topu oyuncusu olarak İtalyan milli takımında oynayan, kanseri yenmeyi başaran Moretti, İstanbul Film Festivali’nin Sinema Onur Ödülü sahibi bir sanatçı. Filmlerinde sosyal ve politik sorular sormaktan hoşlanan ustanın kariyerindeki en büyük başarısı Altın Palmiye Ödüllü “Oğul Odası / La Stanza Del Figlio” (2001).
“DRIVE MY CAR”
Japon sinemasının istikrarlı yeteneği Ryusuke Hamaguchi “Drive My Car” ile Cannes’da En İyi Senaryo, FIPRESCI ve Ekümenik Jüri Ödüllerini kazandı. Haruki Murakami’nin kısa bir hikâyesinden Hamaguchi ve Takamasa Oe tarafından senaryosu yazılan film, kaybettiği eşinin yasını tutan başarılı yönetmen ve aktör Yusuke Kafuku’nun, Çehov’un Vanya Dayı oyununu sahneye koymak üzere Hiroşima’ya yaptığı araba yolculuğunu anlatıyor.
Sanatın aslen insan doğasını daha iyi anlamak için bir araç olabileceğini savunan bu zarif film, ustalıkla işlenmiş bir yalnızlık mahkemesi. Üç saatlik süresine rağmen film Hamaguchi’nin kusursuz mizanseniyle, oyuncu yönetmedeki becerisiyle baştan sona ilgiyle izleniyor. Edebiyat ile sinema buluşmasının parlak bir örneği olan filmde, Hamaguchi - Oe ikilisi senaryolarında Murakami’nin öyküsüne yaptıkları eklemelerde, Japon halkının özelliklerinin altını çizdiler.
İnce ruhlu Japon ulusunun insan ilişkilerine ustalıklı bir bakış açısıyla yaklaşan filmin senaryosu, Cannes’da aldığı ödül hak ettiğini kanıtlıyor. Filmde acılarla başa çıkma, hayatın ağırlığı, acı gerçekler, yüzleşme, dürüstlük, yas, iç hesaplaşma, itiraf gibi temalar ustalıkla işlenmiş. Filmin son yarım saati gerçek bir sinema şöleni. Filmin duygusal finalinde iki baş kahraman iki müthiş itirafta bulunuyor.
Murakami - Hamaguchi ikilisi “Drive My Car” ile Anton Çehov’a bir saygı duruşunda bulunuyorlar. Bir tiyatro oyununun nasıl sahneye koyulduğunu izleyip bilgilendirildiğimiz filmde, Kafuku modernleştirilmiş, farklı dillerde konuşan oyuncular tarafından oynanan “Vanya Dayı”nın provalarını yönetiyor. Dilsiz kadın oyuncu karakterinin senaryoya eklenmesi bir yaratıcılık göstergesi. Filmden çıkarılacak dersleri dilsiz oyuncu filmin finalinde işaret diliyle özetliyor.
Film bambaşka hayatlar süren insanların birbirlerine açıkladıkları ve başkalarını anlamak suretiyle kendilerine yeni bir gözle bakmalarına yol açtığını sergileyen, gerçekçi ve çağdaş bir başyapıt. Hamaguchi dramatik yapı kurmadaki becerisini, ünlü bir yönetmenin gizemli şoförüyle çıktığı yolculuk üzerinden, yalnızlığını gözlere sererken gösteriyor. Yönetmenin bir önceki filmi, Berlin’de Gümüş Ayı Ödülü kazanan “Çarkıfelek”ini Haziran’da İKSV’den online olarak izlemiştik.
Filmin kahramanı Kafuku’ya davet edildiği festival 22 yaşında bir kadın şoför tahsis eder, yönetmen hiç beklemediği bir şekilde kendisiyle yalnızlık, kayıplar ve yasla bezeli, sırların karşılıklı olarak açıklandığı bir sohbetin içinde bulur. Aktör ve tiyatro yönetmeni Kafuku’nun oyuncu olan karısı Oto tarafından aldatılır, kendisi bunu karısına belli etmez ve hayatını aynı şekilde sürdürür. Genç çift tek çocukları olan kızlarını 4 yaşındayken zatürreden kaybetmiştir. Karısı aniden ölünce Kafuku’nun hayatı da aniden değişir. Talihsiz bir trafik kazasında bir gözünde glokom olduğu için araba kullanamayacağını öğrenen Kafuku, kadın şoför Misaki ile her gün 2 saat yol gitmek durumunda kalır. Fakir ama haddini bilen bir kız olan Misaki, annesi heyelan altında kalan evlerinde öldüğü için 18 yaşındayken tek başına hayat savaşı vermek zorunda kalmış ve hayata tutunmayı başarmıştır.
Film konusu itibarıyla Alan Bridges’in “The Hireling” (1973), Bruce Beresford’un 4 Oscar’lı “Driving Miss Daisy”sini (1989) ve yine 3 Oscar’lı Peter Farrelly’nin “Green Book”unu (2018) akla getiriyor. Ancak “Drive My Car” bir noktada şoför-patron öykülerinden ayrılıyor. Çünkü film insanlık durumu üzerine çok katmanlı önemli şeyler söylüyor ve referans verdiği Çehov dramlarına yakın durma özelliğini taşıyor.
“6 NO’LU KOMPARTIMAN”
Beş yıl önce sinemaseverleri büyülediği, Cannes Belirli Bir Bakış bölümünün En İyi Film Ödüllü “Olli Maki’nin En Mutlu Günü” adlı ilk uzun metrajlı filminden beri sessizliğini koruyan Juho Kuosmanen ikinci filmi “6 No’lu Kompartıman / Hytti NRo 6” ile Cannes’da Büyük Ödüle layık görüldü. İlk film 1962 Dünya Tüy Sıklet Şampiyonası finalisti Olli Maki’nin gerçek hikâyesini anlatmıştı. İkinci filminde Rosa Liksom’un romanından esinlenen Kuosmanen senaryoyu Andris Feldmanis ile birlikte yazmış. Film ne sosyal sınıfları ne milliyetleri ne de başka bir şeyleri benzerlik taşıyan, ayrı dünyalardan iki tren yolcusunun öyküsüne odaklanıyor. Birbirlerinden hiç hazzetmeyen Rus maden işçisiyle Finli arkeoloji öğrencisinin zamanla filizlenen, önyargıları kıran ilişkisini inceleyen filmin son yarım saati ve finali büyüleyici.
Birbirlerini ilk kez gören, aralarında hiçbir menfaat, cinsel ilişki olmayan iki insanın yakınlaşmasını, kader birliği içine girmelerini, insanın içini ısıtan bir dille anlatan bu film her türlü övgüyü hak ediyor. İnsan sıcaklığı ve mizahı olan film, özgün, yaratıcı ve hümanist kimliğiyle adeta küçük bir mücevher. İzleyicinin yüreğine hitap eden “6 No’lu Kompartıman” Aki Kaurismäki’den sonra yeni bir Finli ustayı müjdeliyor.
Filmde 90’ların başında Moskova’dan hareket edip Kuzey Kutbu’na doğru giden bir trende aynı kompartımanı paylaşan, ilk bakışta birbirlerinden hiç hoşlanmayan iki yabancının öyküsü anlatılıyor. Başlangıçta hiçbir ortak noktaları yok gibi görünüyor, ama yolculuk her ikisinin de zaaflarını, maskelerini, ön yargılarını bir kenara bırakıp hayata bakış açılarını değiştiriyor. İkili insanlığa dair birçok gerçekle yüzleştikten sonra, Rus madenci Finli kızın yüreğini koyduğu, görmek istediği Murmansk’taki petroglifleri görmesini sağlıyor.