Osmanlı İmparatorluğu’nda müzik, asırlık bir geleneğe dayanıyordu ve kendine has kuralları vardı. Müzik hem Sarayda hem de askeri çevrelerde olduğu kadar, toplumun farklı sınıflarında da önemli bir yer tutuyordu. Türk müziği, Batı sisteminden ayrılan kendine özgü teorik ve melodik yapısının yanı sıra, yüzyıllar boyunca bir nota sistemi kullanılmadan sözlü olarak bir nesilden diğerine aktarılmıştı. Bu tarz “meşk sistemi” olarak bilindi.
Osmanlılar Batı müziğini 16. asırda, Fransa Kralı François I’in Sultan Süleyman’ın desteğine teşekkür olarak bir grup müzisyen göndermesi ile tanıdı. Sultan grubun performansını dinledikten sonra, “ruhları okşayıcı” özellikteki bu müziğin Sarayın ve ordularının sert disiplinine halel getireceğini düşünerek grubu hemen geri gönderdi. Osmanlı ordusunda ve Sarayda müzik, esas olarak yeniçeri bandosundan kaynaklanmaktaydı ve çok katı kurallara tabiydi.
Osmanlı Sarayına gönderilen müzikal hediyeler bununla sınırlı kalmadı elbette. 1599 yılında İngiltere Kraliçesi I. Elizabeth’in emriyle Thomas Dallam adlı İngiliz orgcu, kendi yaptığı orgunu İstanbul’a getirip Topkapı Sarayı’nda Sultan III. Mehmet’in önünde toplanmış saray erkânına çaldı.
18. asırda, Osmanlı, Batı müziğini yurt dışına gönderdiği elçiler aracılığı ile de tanımaya başladı. Nitekim III. Ahmed döneminde Fransa büyükelçisi olarak görev yapan Yirmi Sekiz Mehmet Çelebi, Paris’te izlediği bir opera için duygularını şu sözlerle yansıtıyordu: “Opera dedikleri, Paris’e özgü bir eğlenceye tanık oldum. Kral, saray mensupları ve şehrin ileri gelenlerinin katıldığı bu eğlence için devlet bütçesinden önemli bir miktar ayırmışlar. Gök gürültüleri, ışıklar, görmeden inanılması mümkün olmayan ilginçlikler ve tuhaflıklar izledim.”


Giuseppe Donizetti

İlk saray konservatuarı
Tanzimat’la başlayan Batılılaşma hareketi müzikte de kendini gösterdi. Musiki reformu için ilk adım askeri musikide atıldı. İmparatorluk Askeri Bandosu Muzıka-i Hümâyûn, ilerleyen yıllarda içeriği genişletilerek ilk Saray Konservatuarı oldu ve opera-operet grubu Saray Orkestrası gibi müzikal alt gruplarını da kapsadı. O yıllarda Batı müziği ve askeri bando sistemi özellikle İtalya’da oldukça gelişmiş ve sofistike idi. Bandonun İtalya’dan gelecek bir eğitmen tarafından iyi eğitilebileceğine inanan Sultan II. Mahmud, askeri orkestra şefi Giuseppe Donizetti’yi İstanbul’a getirtip huzurunda kendisine “Orkestraların Baş Üstadı” unvanı verdi. Donizetti Paşa askeri bandoyu kısa sürede, Padişaha askeri törenlerde eşlik edebilecek yeterliliğe getirdi. Bestelediği Batı tarzı çok sesli eserlerle Osmanlı İmparatorluğu’nda Batı müziğinin gelişmesinin de yolunu açtı. Orkestra şefi olarak Donizetti’nin yerine geçen bir diğer İtalyan Callisto Guatelli’nin de 1899’daki ölümüne kadar Batı müziğinin Osmanlı topraklarında ilerlemesine değerli katkıları olmuştur.


Paris Opera Binasının Açılışı


Müzik eğitmenleri

İmparatorluğun Batı müziğine olan ilgisini gören seçkin müzisyenler Osmanlı topraklarına yerleşmeyi seçerek İzmir ile İstanbul’a ve ağırlıklı olarak Beyoğlu, Galata ve Pera üçgeninde bulunan Levanten mahallelerine yerleştiler. Bu müzisyenlerin kimlikleri, eserleri, Osmanlı musiki hayatına ve tarihine katkıları son derece değerlidir. Adları hala hatırlanan çok değerli Türk müzisyenler yetiştirdiler. Doğu Ticaret Yıllığı’nın (Annuaire Oriental de Commerce) “Professeurs de Musique” (Müzik Eğitmenleri) başlıklı bölümünde 1868-1923 yılları arasında Osmanlı topraklarında ikamet eden ve müzikle uğraşan onlarca müzisyenin isimlerini görmek mümkündür. Ne yazık ki, bu kaynak henüz hiçbir Türk müzik tarihi araştırmacısı tarafından fark edilmemiş ve hiçbir yerde kullanılmamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’na yerleşen Avrupalı müzisyenler dışında, Osmanlı padişahlarının maddi desteğiyle veya kendi imkânlarıyla Avrupa’ya müzik eğitimi almak için giden Türkler de vardı. Bu Osmanlı-Türk müzisyenleri, eğitimlerini tamamladıktan sonra imparatorluğa dönerek Batı müziğinin, anavatanlarında ilerlemesine önemli katkılarda bulundular.
Osmanlı İmparatorluğu, tarih boyu, içinde çeşitli dinden, mezhepten, ırktan ve renkten toplulukları konuk etmekle kalmadı, farklılıkları, çeşitlilikleri ile, barış içinde birlikte var olmalarını bir siyaset ve yönetim sanatı haline getirdi. Bunun en iyi gözlemlenebileceği yer İstanbul’du, Pera yani Beyoğlu’ydu. Özellikle de I. Dünya Savaşı şartlarından kozmopolit İstanbul’a sığınan Hollandalı, İngiliz, Alman, Beyaz Ruslardan sanatçılar, memurlar, tüccarlar, buranın yerlilerinden olan azınlıklarla kaynaşarak dünyanın hiçbir köşesinde rastlanmayacak zenginlikte teşkil ettikleri çok uluslu ergime potası, renkliliğini ve zenginliğini müziğe de yansıtıyordu.


Tanbûrî İzak


Azınlıkların katkıları

III. Ahmed (1703-1730) döneminde Harûn Yahûdî, Tanbûrî Angeli, Kantemiroğlu, Zaharya, Haham Musi, Kemanî Yorgi, İlyas, Tanbûrî İzak, Kêmani Miron, Hamparsum gibi birçok gayrimüslim bestekâr, geleneksel üslupta eserler vermişlerdi. Rumların, Yahudilerin, Ermenilerin, Romanların ve 18. yüzyılın ana bestecilerinden biri olan Moldovalı D. Cantemir’in müziğe katkıları yadsınamaz. Örneğin, keman, geleneksel Türk müziğinde ilk olarak 18. yüzyılın ortalarında bir Rum (Kemani Yorgi) tarafından, ardından da bir Moldovalı tarafından kullanıldı. Ayrıca Türk müziğinin milli çalgısı olarak kabul edilen davul tekniği 18. yüzyılda Yahudi müzisyenler (Moşe/Musi, İzak) tarafından geliştirilmişti. Kemençe, Roman kökenli Rum Vasil tarafından da kullanılmıştır. Ayrıca geleneksel Türk sanat müziği, repertuarının notasyonunu üç gayrimüslim kişiye borçludur: Wojciech Bobowski (Ali Ufkî) (1610-1672), Dimitrie Cantemir (Kantemiroğlu) (1673-1723) ve Hamparsum Limonciyan (1768-1839). Peki, Balkanlar’da, Kuzey Afrika’da uzun yıllar egemen kalmış Osmanlı, buraların müziğinden de etkilenmemiş olabilir mi? Ya da yıllar yılı etkileşimde kaldığı Bizans geleneğinden?


Dimitrie Cantemir (Kantemiroğlu) (1673-1723)


Karanlık çağ

Gel gör ki, 1908 II. Meşrutiyet zamanında İttihatçıların koyu milliyetçi politikaları, bu gökkuşağının ömrüne yavaş yavaş son verdi. Yabancıların zamanla imtiyazları ellerinden alındı. 1930 ekonomik buhranı ile işlerini ve bakımı masraflı olan evlerini terk etmek zorunda kaldılar, sonra da kademeli olarak tekrar batıya göç ettiler. Bu milliyetçi iklimde azınlık müziğine ayrılmış çok az kitap çıktı. Önyargılı düşünceler ve milliyetçi duygular bu alanda araştırma yapılmasını ne yazık ki engelledi. Yine de Ermeni müziğinde Gomidas Vartabet (1869-1935) ve Sirvart Poladian (1902-1970), Ermeni ve Türk müziği üzerine yoğun çalışmalar yapmışlardır.
Tarih kitapları, arşivler ve geçmişi hatırlayan yaşlı nesil, bu çağın tek tanıkları iken, yine de modern İstanbul’da kozmopolitliğin kademeli olarak ortadan kaybolmasını araştıran birkaç yazar, Streets of Memory (Anı Sokakları), Landscape, Tolerence and National Identity in İstanbul (İstanbul’da Peyzaj, Hoşgörü ve Ulusal Kimlik), Jewish Life in Twenty-First Century in Turkey (Yirmibirinci asırda Türkiye’de Yahudi Yaşamı) gibi eserlerle böylesi renkli bir şehrin bu kökten değişiminin duygusunu yakalamaya çalıştılar.


Marko Melkonyan
Sislerin içinden çıkan tanık

Ancak, devlet öncülüğündeki bu kültürel homojenleştirme politikalarının, azınlık kültürel mirasının aktif ve pasif yıkımına ayna tutan, sisler içinde kalmış çarpıcı bir tanığı var. Bileni, anımsayanı var mıdır acaba? Bir şarkı! 1930’larda Amerika’da kaydedilmiş.
İzmir doğumlu ve 1912’den önce Yunanistan’a, oradan da Amerika’ya göç etmiş, şarkılarını çoğunlukla Türkçe icra eden Ermeni şarkıcı Marko Melkonyan’ın sesinden.
Marko’nun müzik tarzına “keyif” tarzı denir, yani insanların dans ve genel eğlence amaçlı partilerde keyif alması hedeflenmiştir. İşte Marko’nun bu “Galata’da Todoraki, Beyoğlu’nda Vasilaki” adlı şarkısında sözler, eski İstanbul’un, bu ergime potasının demografisini ne güzel yansıtıyor!
Şarkının sözleri Türkçe, ama ara nağmeleri o devrin iç içe yaşayan dört ayrı ırkın dilinde yani Rumca, Ermenice, Ladino ve Türkçe. Meraklıları şarkıyı alttaki linkten dinleyebilir.
https://youtu.be/QhqHZgmMcYA

Έλα δώ (Ela do)

Հոս եգուր (Hos yegur)
Ven Aqui
Içemuz raki!

Nitekim Şair Yahya Kemal Beyatlı bu sönüşün ardından şöyle diyecekti: “Zaharya gibi Rumlar, İsak gibi Yahudiler, Nikoğos gibi Ermeniler müziğimizin en milli kısmını temsil ediyor. Osmanlılar müzik alanında gösterdikleri ittifakı diğer kültürel alanlarda da uygulamış olsaydı, Türklerin bambaşka bir toplum yaratabileceklerini düşünüyorum.”