Suzan Nana Tarablus, Varlık Yayınları’ndan çıkan İstanbul üçlemesine son noktayı Anadolu yakasında koydu; eski Kuzguncukluları bulup konuştu, sonra Yeldeğirmeni’ne uğradı. Kuzguncuk, Yahudilerin Asya tarafındaki ilk yerleşimiyse de Kadıköy Yeldeğirmeni’nin hatırı ayrıydı.

İlk kitapta Galatalı, ikincisinde Balatlı ve Hasköylü Yahudi ailelere konuk olmuştuk. Kuşaktan Kuşağa Kuzguncuk Yolculuğum kitabında şehrin burnunun dibindeki bir Boğaz köyünün sakinleriyle tanışıyoruz. Evliya Çelebi’ye sorarsanız, Yahudiler Asya tarafına Galata’daki veba salgınından kaçmak için geçmişler. Tarihçi Avram Galante, Üsküdar tepelerindeki yangınların, insanları yeni yerleşim arayışına ittiğini söylüyor. Geçmişte her ne olduysa, Kuzguncuk Yahudi köyü olarak hafızalara kaydediliyor. Köyün önemi, vaat edilmiş topraklara gidemeyenlerin en azından öldüğünde burada gömülmeyi arzu etmelerinden kaynaklanıyor. İşte bu yüzden, buranın Yahudi mezarlığı, bazı kaynaklarda Kudüs’ten sonraki en büyük mezarlık diye biliniyor.


Şimdi, Kuşaktan Kuşağa Kuzguncuk Yolculuğum’un sayfalarını karıştıralım; Suzan Nana Tarablus’un kalemini takip edelim ve yarım asır öncesine kadar Balkanların Kudüs’ünde yaşayan Yahudilerin bize anlattıklarıyla yakın tarihte biraz gezelim.

“Fakat Kuzguncuk şirin yerdir”
Bu dize Nazım Hikmet’ten. O zamanın mütevazı Boğaz köyünü o da sevmiş. Bugünlerde çirkin ve çarpık kentleşmeden nasibini almayan üç-beş nokta kaldığı için, Hikmet’in anlatımıyla nefis gül reçeli yapan pansiyoncu Madam ve kızı Raşel’in Kuzguncuk’u elden gidecek diye ödümüz patlıyor. Şimdi kafeleri, şık evleri, semt sakinlerinin gayreti sayesinde hâlâ duran İlya’nın Bostanıyla turistik rotaların duraklarından biri o şirin köy...

17. yüzyılda “Yahudi köyü” diye anılan Kuzguncuk’ta 1914 rakamlarına göre 70 Müslüman, 250 Rum, 400 Yahudi, 1600 Ermeni yaşıyordu. Yahudiler balıkçılık ve sebzecilikle geçiniyordu. Turşu ve lakerda mezeci Marko Sidi’den, et İzak Eskenazi’den alınırdı. Elektrik tamiri Yasef Şalom’dan, mahallenin huzuru bekçi Baruh Cömert’ten sorulurdu. Yahudilerin Yeldeğirmeni’ne yerleşme hikâyesi ise doğuya sefere çıkmadan önce İbrahimağa çayırında mola veren Osmanlı ordusunun iaşesini sağlayanların, civara yerleşmesiyle bağlantılı… Bu civar, Saray çalışanları ve bürokratlara da cazip görünmüş. Kuzguncuk kadar Yahudi nüfus barındırmasa da, bir seyahat dergisinin dünyanın en güzel sinagogları listesinde yer alan sinagogu ile Yeldeğirmeni, Anadolu yakasının önemli bir diğer yerleşimi.

Yeniden günümüze gelirsek, 1900’lerin başındaki rakamlar sonuna doğru epeyi değişti; denize nazır evlerin yeşil köyünde iki-üç Yahudi, bir-iki Rum, iki-üç Ermeni kaldı.


Beto Adato

Eskiler hatırlıyor
Kuzguncuk Sinagogu’nun karşısında oturan Beto Adato, evin demir kapısının hep açık durduğunu, bir gün bir yabancı binayı otel sanıp girince, kapıyı kapalı tutmaya başladıklarından bahsediyor.


Kuzguncuk kıyılarında Karadeniz'den gelen buz adaları, 1954

Semtin ilk yüksek apartmanını Arditilerden alan Freskoların oğlu Moşe Fresko, terasta film oynattıklarını, 50’lerde Boğaz’a inen buzları, tarla olan Ümraniye’de yollarda satılan havuçları, yumurtaları hatırlıyor.


Bakkal - mezeci Marko Sidi, lakerda tezgahının başında


Tuna Karmona Sidi, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyasının mahallede fazla hissedilmediğini söylüyor. O zamanlar kimse “aman aman dindar” değilmiş. Aşklar uzak bir mahallede, Cevizlik’te yaşanırmış. Bayramlarda, Şabat’ta komşular onlara davet edilirmiş, ev sahibine yük olmasın diye herkes eli dolu gelirmiş. 6-7 Eylül’de karşı taraftaki yıkımı terastan görmüş.

Kuzguncuk’tan kopamayan eskilerden İbrahim Bardavit, yazara cemaatte pek çok yoksul aile olduğunu, babasının da bulunduğu idare heyetinin ihtiyaçları karşılamak için canla başla çalıştığını anlatmış. İcadiye Caddesi’nin yerinde o zamanlar akan dere, tahta köprülerle geçilirmiş. Hayat vapur saatlerine göre düzenlenir, kadınlar eşlerini iskelede karşılar, yazın bütün ahali piyasaya çıkarmış. Sinagogdaki tören sonrasında “muçaços” diye adlandırılan erkekler cenazeyi mezarlığa taşırken, yol boyunca herkes ayağa kalkarmış.


Suzan Kohen Bahar'ın kayınpederi Nesim Menteş Behar Çanakkale Savaşında 1915


Suzan Kohen Bahar mahallesini “yitik bir cennete” benzetirken komşuluklara vurgu yapıyor. Kayınpederi Çanakkale gazisiymiş. Görümceleri kendi başlarına trikotaj atölyesi açacak kadar girişimci ve cesur kadınlarmış. Babası ve amcası, işleri batmasına rağmen 20’ler Sınıfı Nafia askerliği günlerinden komik anılarla aileyi eğlendirirmiş.

Babası üç kere askere alınan Seyfi İşman’ın dedesi, veresiye defteri kalın olduğundan müşteriler tarafından çok sevilirmiş. Çocukluğunun mahallesinde dolaşırken, Seyfi İşman dedesinin eski iskele binasındaki film gösterimi de yapılan kahvehanesini bulmuş ve hoş bir sürprizle karşılaşmış.

Aron Erol Hara hiç olay çıkmadığı için karakolun kapatıldığını, 6-7 Eylül Olayları’nda saldırganların Karadenizli komşular tarafından engellendiğini hatırlıyor. “Kudüs’e ulaşamazsam beni Kuzguncuk’a gömün” sözüne kanıt olarak, pek çok ülkeden din adamının yaklaşık 600 yıllık mezarlığı ziyarete gelmesini örnek gösteriyor.

Fani Alyon Ender, Rum kilisesi ve okuluna bakan Freskoların apartmanında kiracıymış. Babasının sesi güzelmiş ve ailesinden gizli kilise korosunda şarkı söylermiş. Dinler arası toleransın örneği olan bu durum aslında yaygınmış. Şabat hazırlıklarını bitiren kadınlar, her cuma öğleden sonra sırayla evlerde toplanır, ikramın biri biter biri başlarmış.


Cozi ve Rafi Habib kardeşler


Rafi ve Cozi Habib kardeşler herkesin sebzesini meyvesini İlya’nın bostanından aldığını söylüyor. Komşularla sosyalleşmek mutluluk kaynağıymış; anneanneleri Ermenice, anneleri Rumca konuşurmuş. Baruh el Bekçi mahallenin her şeyiymiş; çatı tamir eder, baca temizler, eskicilik-pazarcılık yaparmış; eski bekçinin bir işi de Ramazan davulculuğuymuş.

Niso Yeruşalmi çocukken sinagog ev arasında gidip gelirken tallet ve kipasını çıkarmazmış, herkesin birbirinin bayramını kutladığı özgür, rahat bir ortam varmış. Çocukların “Vinya”dan topladıkları çileklerden anneler reçel yaparmış.

Şevket Mocan, “Halkevinde niye Musevi vatandaşımız yok?” diyerek Vivi Albala Levi’nin babasının Halkevine girmesini sağlamış. Nesim Albala çalışkanlığı ve tatlı diliyle o kadar sevilmiş ki, vefat ettiğinde esnaf kepenk indirmiş.

İzak Amon’un babası Aşkale’ye gitmemek için varını yoğunu verince, kendi iş yerinde eleman olarak çalışmaya başlamış. “O yıllarda böyle olaylar sıkça yaşanırdı,” diyor İzak Amon ve 6-7 Eylül Olayları’nda Yeldeğirmeni’nde tanık olduğu dehşeti hatırlıyor.

Tuna Coyas Saylağ, Kuzguncuk’ta üç kilise, iki sinagog, bir cami olduğunu söylüyor ve mütevazı köyündeki insani iklimin, kişiliğinin oluşmasındaki payını görüyor. Her bayramın kutlandığının, herkesin birbirinin örfünü âdetini bildiğinin altını çiziyor.


Nur Deriş Ottoman


Nur Deriş Ottoman, şimdi Simitçi Tahir Parkı’nın bulunduğu yerde bütün mahallenin su aldığı bir çeşme olduğu, çeşme-sahil arasında Rumların ve Müslümanların oturduğu, çeşmeden sonra Yahudi mahallesinin başladığı, İcadiye Mahallesi ve yukarısında Ermenilerin oturduğu bilgisini veriyor.

Markırit Oruncaciel Atmaca, kız kardeşi Knar ile komşuları Haham Pepo Karkaşon ve eşi Sol için “Şabat goy” ritüeli yaparlarmış, bu yardımlaşma çok hoşlarına gidermiş. Köşede Rum komşular Madam Marika ve Madam Olga otururmuş. Markırit Hanım’ın annesi bahçede yetiştirdikleri domatesle Yahudi ve Rum komşulara salça yapmayı öğretmiş. Komşular birbirlerinden yeni şeyler öğrenirmiş.


Son kuzguncuklulardan Aron Büyükmizrahi

Aron Büyükmizrahi, Kuzguncuk’ta kalan son beş Yahudi’den biri… İsmet Baba Lokantası’nda fotoğrafı asılı duran babası, “Lakerdacı Marko” diye bilinirmiş; tuzlama balık dışında mevsimi geldiğinde adalarda topladığı cevizleri satarmış. Bugün kapıların makarayla açıldığı dönemlerdeki mahallesini özlüyor, kendini yabancı gibi hissediyor.

Yeldeğirmeni esnafından Terzi Salamon’un kızı Tuna Seviş Alkan, herkesin tanıdık olduğu bir yerde insanın yalnızlıktan korunacağını düşünüyor. Babası Alzheimer olup Kadıköy’de kaybolduğunda, mahalleden birinin onu tanıyıp eve getirmesi gibi… Zamanla Yahudiler Moda ve Göztepe’ye taşınmış; onlar Yeldeğirmeni’ni terk etmeyen beş-altı aileden biriymiş.

Musa Albukrek, Haydarpaşa’dan hareket eden kara trenin dumanlar arasındaki süzülüşünü ve akşam sessizliğinde duyulan uğultuyu hatırlıyor. O uğultunun telgraf tellerinden çıktığını sonradan öğrenmiş.

Harun Niyego, Yeldeğirmeni’nin kişiliğini oluşturan ilk basamak olduğunu söylüyor. Yahudi, Müslüman veya Hıristiyan, kültürlü ailelerin çocuklarıyla büyümenin avantajını görmüş. Yazları plajlarda, pikniklerde, kışları sinemalarda güzel zamanlar geçirmişler; çok eğlenmişler, eğlenirken de birbirlerinden dünyayı öğrenmişler.

Suzan Nana Tarablus Kuşaktan Kuşağa Kuzguncuk Yolculuğum kitabıyla, andığımız tüm bu isimlerin geçmişlerindeki duyguları, olayları derleyip toplayıp bize getiriyor; kaybettiklerimizi görüp nostalji kuyusuna düşmeden yapabileceklerimiz üzerinde düşünmemizi sağlıyor. Yazı azıcık ipucu veriyor, gerisi kitapta…