Haber fotoğrafı: Susan Derges

Bir tür olarak manzara ve doğa fotoğrafı, fotoğrafçılığın ilk yıllarından beri ilgi uyandırmış ve hem farklı teknikler hem de farklı bakış açılarıyla icra edilmiştir. Özellikle 2000’li yıllara gelindiğinde, ekolojik değişimlere ilişkin yaygın kaygılarla birlikte, yenilenen sosyo-politik yönelimle doğayla ilgili görüntüler yeniden popülerlik kazanmaya başlamış ancak stok görüntülerin popülerliğindeki yükseliş ve doğa fotoğraflarının, fotoğrafçıların niyetinin rutin olarak göz ardı edildiği metalar olarak ele alınması dolayısıyla doğa fotoğrafçılarının varlık nedenini maskelenmiş ve siliyor gibi görünmüştür. Diğer yandan, kentleşme devam ettikçe ve daha fazla insan doğayı ilk elden deneyimleme fırsatını yitirdikçe, doğal dünyayı anlamamız giderek daha fazla görüntülere bağlı duruma gelmiştir. Bu nedenle, doğal dünyanın görsel yeniden üretimlerinin bilimsel varlığını korurken, görsel bütünlüğü sanatsal özlemlerle dengelemek, kuşkusuz doğanın “gerçeği”ni aktarmanın sorunsalı haline gelmeye başlamıştır.

Peki doğa bizi neden hep bu kadar ilgilendirmiştir?
Benim gibi şehir yaşantısı içine doğup çocukluğunu yaşamış büyük bir çoğunluğa yöneltilmiş bir soru bu. ‘Doğa’ya olan aşinalığım büyük ölçüde yaşadığım çevre parklarıyla, ‘kırlara’ yapılan gezilerle, tatillerle ve ailemle kaldığım yazlık evle sınırlıydı. Doğa genellikle tadını çıkarmayı sevdiğim halde çoğunlukla yabancıydı ve orman ise genellikle korkutucuydu. Atmosferi harikaydı, ancak yolları benim için hep sarp ve zorluydu. Yine de bugün sık ağaçların kapladığı bir orman hayal ettiğimde ağustosböceklerinin yankılarını ve nereden geldiğini tam kestiremediğim tanıdık, tanımadık kuş seslerini zihnimde duymak benzersiz bir yaşam deneyimi. Ancak belki de çok ilksel tepkiler olarak tarif etmeye çalıştığım doğa ve insan ilişkisi artık bundan daha karmaşık ve daha derin bir ilişki günümüz insanı için. Bugün insanın doğa algısı üzerinde, kavraması zor olan gerek genel gerekse yerel tarihsellikler ve sosyal geleneklerin sayısız karışımları var diyebiliriz. Kısacası, çağımız insanı doğanın, çocuk zihnini bilgilendiren hayvanların ve kırsal alanların romantikleştirilmesinden çok daha karmaşık ve ilginç olduğunu keşfetmekte ve peyzaj görüntülerine olan ilginin kökleri de çoğunlukla kırsalın “ötekiliği” ile ilgili meraktan kaynaklanmakta.


"The Streens", Susan Derges

‘Toprak Önemlidir’
bir kelime oyunudur. Retorik olarak alındığında, toprağın önemli olduğu anlamına gelir. Kelimenin tam anlamıyla alındığında, bu ifade belirli sınırları olan bir toprak, bir araziyle ilgili işlere, toprağın maddeselliğine ve kimyasına da atıf yapar. Fotoğraflara yansıyan toprak ise genellikle onun temsili ve idealleştirilmesi ile ilgili konuların nasıl ele alınabileceğiyle ilgilenmektedir. İster romantik ister daha topografik biçimlerde olsun, toprağın peyzaj olarak temsili, çağdaş politik, sosyal ve çevresel tutumları yansıtır ve güçlendirir. Bu, sınıf, cinsiyet, etnisite, milliyet gibi bir dizi faktörü çeken, ancak hiçbir şekilde bu sosyal oluşumlarla sınırlı olmayan öznel ve kolektifin karmaşık ve akışkan bir ifadesi olarak tanımlanabilecek kültürel kimliğin de içinde yer alır ve onu etkiler. Özellikle toprağın kadim değerlerinden biri olan ve genellikle topraktaki varlığını hem fiziki hem de edebi düzeyde bizim veya herhangi bir canlının yerleşik varlığıyla, geçmişi ve geleceğiyle karşılayan ağaçlar bu bağlamda çok önemli bir konumdadır. Bu yaklaşıma verilebilecek en iyi örneklerden biri İngiliz sanatçı Susan Derges’in fotoğraflarında yer alır. Susan Derges, ateş, su, toprak ve hava gibi unsurlarla ve bunların birbirleriyle olan etkileşimleriyle doğrudan ilişki kurar. Bilim, psikoloji, metafor ve arketipler onun çıkış noktaları arasındadır. Olmak ve ait olduğumuz yeri görmekle ilgili bağlamlar arar. Örneğin, The Streens serisi, İskoçya’da Findhorn Nehri’nin yüzeylerindeki dalların, yaprakların ve yıldızların gölgelerini, ışık kirliliğinin olmadığı açık bir bozkırda tasvir ederek gökyüzünü yakınlaştırır. Her görüntü ışığın, suyun hareketinin ve belirli alanlardaki yansımanın etkilerini yansıtırken, sanatçı için bu, yerel çevreye genel bir aşinalık süreci içinde yalnızca bir andır. Derges çalışmasının, vadinin dibinde, nehre yakın göletlerin çok bereketli ve bulanık sularıyla başlayan bir tür yolculuk haline geldiğini söyler. Kanyon kenarlarındaki akarsuların ve şelalelerin yanında yetişen çeşitli ağaç türleri, huş ve kızılağaçların yumuşak, esnek formlarından daha yükseklerde daha sert Karaçam, Köknar ve Sarıçam’a dönüşür. Tepelerde, makrokozmosu yansıtan mikrokozmos fikrini tamamen gerçek dışı hissettiren ağaçlar ve gökyüzü, gündelik gerçekliğe dair bir birlik duygusunun ötesinde bir ilişki biçimi başlatır.

Bu açıdan Derges’in yöntemi performatiftir. Süreç ve varoluşsal deneyim, coğrafi konum kadar önemlidir. Yaklaşımı yansıtıcıdır; minimalist kesinlik ve renk yoğunluğu, evrensel rezonansın meditatif bir tepkisi gibidir. Doğrudan Hıristiyan sembolizmine başvurmamakla birlikte, suyun hareketi ve doğanın değişkenliği üzerine yapılan araştırmalara tekrar tekrar dönmek, arınma ve yeniden doğuş mitlerini çağrıştırır. Görüntülerin gece yapılmış olması, çalışmalarını dişiliğin sembolü, gelgitlerin sebebi ve arketipsel olarak çeşitli “karanlık tarafların” habercisi olan ay ile ilişkilendirir. Fotoğrafların biçimsel geometrisinden zevk alabiliriz ama aynı zamanda imgelerinin daha fazla felsefi düzlemi tetiklediğini gözlemleriz.


"If not now, when", Ori Gersht 

Bazı sanatçılar ise Derges’in aksine, doğayı bir metafor olarak daha kararlı, stratejik bir şekilde kullanırlar. Örneğin, İsrailli sanatçı Ori Gersht’in The Clearing sergisi, Avrupa’daki Soykırım alanlarında çekilmiş bir dizi fotoğraftan oluşan The Forest and Liquidation adlı bir video içerir... Bu konuda birçok kuramcı ve tarihçiyi takip eden düşünceleriyle sanat üretiminde bulunan Gersht’e göre geçmiş olayları ziyaret etmek ortak bir tema veya arayıştır. Gersht Alman Romantizmi ile milliyetçilik, kan ve toprak arasındaki ilişkinin paradoksuna da dikkat çekiyor. Tarzı son derece lirik. Görüntünün sanrısal güzelliğine verdiğimiz yanıt, tarihsel bilgiler tarafından kesintiye uğruyor. Gördüklerimiz bildiklerimizle uyuşmuyor. Filmde, ağaçlar birer birer duyulabilir bir gümbürtüyle yavaş yavaş yere düşüyor. Gersht’e göre insan olarak zaman algımız 70 veya 80 yıl ile sınırlı, ancak tüm bu manzaralar kozmik veya jeolojik bir zaman algısına yayılmış. Ağaçların bazıları yüzlerce yaşında. Üzerlerinde tüm önceki olayların anısını taşırlar ve aynı zamanda belirli bir sessizliği korurlar. Çalışma, manzarayı dramatik bir şekilde anlatmaktan ziyade, manzaranın sırlarını bir şekilde anlatmaya çalışıyor. Ve filmde, bir felaket duygusu ile mekânın pastoral güzelliği arasındaki bu gerilimi yaratması çok önemli bir bakış açısı. Düşen ağaçların çıkardığı devasa çarpma efekti ile kamera uzaklaşırken bu anın ne kadar çabuk unutulduğuyla ve kuşların ahenkli sesinin hakimiyeti arasındaki gerilimle ilgilenmemek, ilgisiz kalmak olası değil. Özellikle bitki örtüsü tarihi izleri maskelemeye başladığından, yerler kendi içlerinde geçmişlerinin çok azını ortaya çıkarabilir. Özetle Gersht, çok uzak olmayan tarihlerin dehşetini temsil ettikleri için bu alanların özel bir öneme sahip olduğu iddiasıyla resimsel geleneği ve arketipsel tepkileri kullanmaktadır.

Sonuç olarak görürüz ki, doğa dediğimizde kastettiğimiz hiçbir zaman kelimenin sözlük anlamına karşılık gelmemektedir. Doğa sosyal bir üründür; belirli manzaralar bize kültürel tarihler ve tutumlar hakkında bir şeyler söyler. Bugün doğa aynı anda parçası olduğumuz doğal fenomenleri şekillendirip dönüştürdüğümüz insan müdahalesinin bir sonucudur ve insanların etkilediği değişiklikleri daha fazla kapsadığı için bizi daha fazla ilgilendirir.