ANI - Prof. Dr. Doğan Şenocak*


1980 darbesi sonrasında öğrencilerin bir araya gelebilecekleri ortamlar potansiyel terör odakları kabul edildiği için Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde dersler eli tüfekli “Mavi bereliler” eşliğinde yapılırdı. Kantin benzeri tüm mekânların da kapatıldığı o yıllarda dekanlık binasının tam karşısındaki “İkizler” kıraathanesi ve az ötedeki parka bakan, okuldaki tek tük aşırı milliyetçi öğrencinin takıldığı “faşist” kahvesi dışında öğrencilerin sosyalleşebileceği bir ortam yoktu. “İkizler”in değişik katları da farklı sol fraksiyonlar tarafından parsellenmişti. Radikalleşmeye paralel olarak daha aşağı katlara, sigara dumanından göz gözü görmeyen köşelere, kapüşonları kafaya çekilmiş parkalara sığınmak gerekirken, esas derdi sohbet etmek olan biz tatlı su sosyalistleri, genellikle en üst katta buluşur, briç, king, tavla partileri yanında dersler, sınavda çıkan sorular ve okulun, varlığı birer efsane haline gelmiş hocaları hakkında konuşurduk. Nejat Hocanın adını da ilk kez kahvede böyle bir sohbetin içinde üst sınıftaki arkadaşlarımızdan duymuştuk. Tıp eğitiminin, usta çırak işi geleneğine bağlı, çoğu askeri tıbbiye kökenli, öğrencilerini azarlamayı seven ve sürekli bilgi eksikliklerini vurgulayan o derslerinden uzak durulması gereken hocalardan farklıydı. Babacan ve cana yakın tavırlarıyla kardiyoloji gibi önemli bir konuyu öğrencilerin kolaylıkla anlayabilecekleri, hevesle dinlemek istedikleri eğitici, öğretici ve eğlenceli bir üslupla anlatıyordu, kaçırmamalıydık onun derslerini.


Dr. Nejat Harmancı (Harmancı Ailesi Arşivi)

Celal Öker Amfisinin tıklım tıklım dolu sıralarında izlediğim ilk dersini hatırlıyorum, Einstein’e benzetmiştim uzaktan. Elinde model bir kalple kürsüye gelmiş, gülümseyen gözlerle bize bakmış, bir hazineymiş gibi tuttuğu kalbi bizlere göstererek, “Bir dokun, bin ah işit bu kâse-i fağfurdan”1 demişti. Kalbin insan vücudunun en zarif, en kırılgan, ama en çalışkan ve önemli organı olduğunu, kolaylıkla hastalanabileceğini ve derdini anlamak için onu iyi dinlemeyi öğrenmemiz gerektiğini unutulmaz bir edebi üslupla anlatmıştı dersin devamında. Henüz tomografi, PET ve manyetik rezonans gibi teknolojik gelişmelerin tıp sanatını domine etmediği, ilkel ultrasonların ekran görüntülerinin kahve falını andırdığı, hocaların ders anlatırken sürekli takılan dia makineleri ve tepegözlerden başka teknik donanımlarının olmadığı o yıllarda kalp seslerini dinlerken duyabileceğimiz değişik sesleri, ritim bozukluklarını, üfürümleri virtüöz bir ses sanatçısı gibi ağzından çıkardığı seslerle taklit etmesi 40 sene sonra bile hala capcanlı gözümün önünde. Fibrilasyona doğru tam hız ilerleyen taşikardi nöbetlerini anlatırken tarif ettiği dörtnala giden Arap atı, zihnimin derinliklerinde halen koşmaya devam ediyor.


Mesleğinin hem doktorluk kısmını, hem de hocalığını severek, yani sanatının hakkını vererek yapan, unutulmaz efsanelerden biriydi rahmetli Nejat Harmancı hocamız. Tıbbi efemeraya meraklı olduğunu bildiğim bir eski dostumun geçenlerde “Ben bunları topluyordum ama artık ilgim kalmadı, sen meraklısındır” diyerek masama bıraktığı mavi dosyanın içindeki onlarca belgenin arasından onun imzası olan 2 reçete de karşıma çıkınca canlandı bu anılar zinciri kafamda ve Nejat Hocanın eğitimimde ne kadar önemli bir rolü olduğunu tekrar hatırladım. Birçok temel tıbbi kitabın eksikliği olan o yıllarda Türkçeye tercüme ettiği ve kalp hastalıklarının temelini çok iyi anlamamı sağlayan Kardiyoloji kitabını başından sonuna 3-4 kere okumuştum ama esas iç kapağındaki, Harvard Tıp Fakültesindeki dekanlardan birine atıfla bahsedilen o deyiş, belki de bende bıraktığı en önemli izdi; Tıp öğretmenleri öğrettiklerinin yarısının gerçek olmadığını bilirler, üzücü olan bunun hangi yarısı olduğunun bilinmemesidir.” Meslek hayatımda öğrendiğim ve öğrettiğim her şeye, koyduğum tüm tanılara ve yazdığım her reçeteye gerektiğinde kuşkuyla bakabilmemin ve yaptıklarımı sorgulayabilmemin temeli oldu o cümle.

Dosyadaki Nejat Hocanın ve çoğu 1940-50’li yıllardan kalma, bir kısmının adını bildiğim, bir tanesi tesadüfen hastalarımdan birinin dedesi olan diğer doktorların reçetelerini incelerken hekimliğin ve reçetelerin benim mesleğe başladığım yıllardan bugüne ne kadar değiştiğini de düşündüm. Mesleğe yeni başlayan kızlarımdan da gördüğüm kadarıyla biz hekimleri binlerce yıldır birbirine bağlı tutan o “reçete” geleneği yavaş yavaş yerini elektronik ortamda yazılan, altına güzel bir imza bile atılmayan, herkes tarafından kolaylıkla okunabilen -malum doktor reçeteleri sadece onları tanıyan eczacılar tarafından okunabilirdi bir zamanlar- ama sihrini yitiren birer belge olma yolundalar.

19. yüzyılın en önemli bilge hekimlerinden Osler’in çok sevdiğim bir sözüdür: Genç doktor mesleğe, aynı hastalık için 20 ayrı reçete yazarak başlar, 20 ayrı hastalık için aynı reçeteyi yazarak emekli olur.” Reçete giderek doktorun damıttığı bilgilerinin bir özü olur, mesleğinin ruhudur o kâğıda döktüğü karalamalar, onun için giderek sadece doktoru tanıyan eczacının okuyabildiği bir belge haline gelir, ikisi de kâğıda dökülen o bilgiyi daha ilk çizgisinden tanıyabilirler. Reçeteyi yazan doktor eğer mesleğini hak ettiği usulde yapan bir sanatçıysa gerçekte basit metallerden altın damıtabilmeyi başarmış bir simyacıdır, basit kimyasalları yan yana getirerek, dozlarını ayarlayarak yaşamı canlandıracak sihirli iksiri bulmuştur.

Dr. Necmettin Rıfat Yarar’ın 1935 yılında yazdığı, artık bilimsel değeri belki de olmayan ama meraklısı için tarihi bir belge olarak hazineler içeren “Reçete nasıl yazılır” isimli bir kitabı var. “Geleceğin genç Doktorlarına” başlıklı önsözünde “Fakülteyi bitirip doktorluğa başladıktan sonra her gün hastalarınıza yazacağınız ve altını imzanızla süsleyeceğiniz reçeteler sizin benliğinizin bir parçasıdır, sizin yazınızı ve isminizi taşıyan o kâğıtcağızın değeri ne kadar yüksektir bilir misiniz. Zavallı hastanız bütün ümidini o tılsımlı muskaya bağlamıştır, gerçekten o muskanın tesiri o kadar büyüktür ki, reçetenizi eline alan hasta daha o andan itibaren kendisinde iyilik duymaya ve içi açılmaya başlar” diye söze girer. Hekimliğin, daha çok hastanın elini tutarak ona destek olabildiği günlerden kalma bu önsözde bahsedilen o “muska”, modern tıbbın yaşadığı baş döndürücü gelişmeler ve doğru-yanlış her türlü bilginin (yanlış bilgi de bilgi sayılır mı?) kolaylıkla ulaşılabilir olması sayesinde artık “sihrini” yitirmiş durumda ama doğru yazılmış bir reçetenin hasta yaşamı üzerindeki önemli rolü belki giderek daha da artıyor. 1930’larda farmakolojinin anayasası sayabileceğimiz “kodeks”te kayıtlı ve çoğunun yararı şüpheli sadece 2.500 civarında ilaç varken, günümüzde 13.000’in üstünde ve çoğu doğru kullanıldığında gerçekten yararlı ilaçlar var listede.


Reçete
kelimesinin sadece etimolojisine bakmak bile ne kadar derin bir geleneğin izlerini taşıdığını gösteriyor. Latince, İtalyanca, İngilizce ve Fransızcanın eski-yeni tüm hallerinde “capere-almak” fiilinden türetilmiş “recipe” kelimesini ve türevlerini bulmak mümkün. Capere’nin kökeninin eski Hint Avrupa dillerindeki “kap - tutmak, yakalamak” kökünden geliyor olması da Türkçedeki “kapmak” fiili düşünüldüğünde ilginç bir noktaya dikkat çekiyor. “Recipe” bu belgede yazanları “alınız” anlamında kullanılıyor doktor reçetesi veya yemek tariflerinde ve onları aldıktan sonra ne yapacağını bilen insanlara yol gösteriyor temelde, doğru insanın elinde değeri çok yüksek.

Reçetenin üst sol kenarındaki bazen Rp, bazen Rx olarak yazılan o sembolden başka şifreli mesajlar da var artık pek karşımıza çıkmayan ve bilmeyenler için gizemin ve sihrin bir parçası olan. 20. yüzyıl başlarında kodekste yer alan ilaçların önemli bir kısmı, gerekirse eczacı tarafından hazırlanan ve nasıl hazırlanacağı eczacının “sanatına” giren “ofisinal-officianal- ofiste, çalışma odasında hazırlanan” ilaçlar. Doktorun sadece ilacın adını veya kimyasalı yazmasının eczacı için yeterli olduğu bu durumlar dışında hem doktorun hem de eczacının sanatını konuşturması gereken bir ilaç grubu daha var, “magistral ilaçlar” başlığı altında. Magister Latince “usta” anlamına gelen ve neredeyse tüm dillerde “büyüklük, ululuk” kavramını vurgulayan “meg” ön ekinden türetilme. Magistral ilaçlar “ustanın” tarif ettiği usulde yapılan ilaçlar ve her ustanın da kendi tarifleri var. Hem öğrencilik yıllarımızda, hem de asistanlığım süresince bazı hocaların kendi adlarıyla anılan reçetelerini ezberlemek zorunda kaldığımızı hatırlıyorum, halen bile yazdığım bu formüller ve onları tarif edildiği gibi yapabilmeyi beceren nadir eczacılar ve kalfalar var. Magistral ilaçlarda reçeteyi yazan doktorun kimyasalların nasıl hazırlanacağını tarif etmesi, ya da eczacıya güveniyorsa “F.A.S.” ibaresini eklemesi gerekiyor. “F.A.S” belki de tüm yaşamın nasıl yaşanması gerektiğinin bir tarifi, Fiat Secundum Artem -Sanatın gerektirdiği gibi yap- demek. Her ne olursa olsun yaptıklarını sanatına uygun olarak yapabilme hedefinde olmak belki de ustalığa ulaşabilme yolunda en önemli vasıflardan biri. Öyle olduğunuzda da altında imzanız olan bir reçete 74 yıl sonra bir öğrencinizin karşısına çıktığında bile sizi tüm ustalığınızla yaşama geri döndürüyor, bir Magister olduğunuz doğruluyor.

Dipnot
1 “Neşve tahsil ettiğin sagar da senden gamlıdır
Bir dokun bin ah işit kâse-i fağfurdan”
“Neşe aradığın o kadeh, aslında senden daha dertlidir,
Bir dokun, bin ah işitirsin o zarif kâseden.”
Gelibolulu Mustafa Efendi, 16. asırda şarap kadehinin zarafetine dikkat çekmiş. 1982 yılındaki dersten beri dilime yapışmış bir beyit.

*Doğan Şenocak (DrDŞ)
Prof. Dr. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi KBB Kliniğinden emekli.
Doktor oğlu ve iki doktor kız babası.
Muayenehane hekimliği ve Assos’ta bağcılık, şarap üreticiliği yapıyor, yazı yazıyor.