1956’da doğduğumda babam hemen aylık maaşının her ay vereceği %10’u ile benim adıma yaşam sigortası poliçesi almış. Niyeti benim 18 yaşında toplanacak birikim ile sermaye sahibi olabilmemmiş.*

Sonra düşünmüş; biricik oğlunun (yani benim) İstanbul’un içerisinde büyüyeceğim yerin önemli olduğuna karar vermiş ve ben 3 yaşında iken Şişhane’den Nişantaşı’na taşınmışız.

O dönemde babamın aldığı maaş topu topu 500 Lira. Nişantaşı’nda küçücük çatı arasında bir apartman dairesinin kirası 300 Lira. Küçük oğlunun sigortası da var. Bütçenin kazasız belasız işlemesi mümkün değil.

Babam bir fabrikada muhasebeci olarak çalışıyormuş. Patronundan zam isteyip, “Senin ne işin var Nişantaşı’nda?” diye nasihat dinleyeceğine, eve akşamları yazmak için muhasebe defterleri almaya ve beyannameler için danışmanlık yapmaya başlamış. Ben ufacık bir çocuktum, babamın bütçesini denkleştirmek için gece yarılarına kadar inci gibi ama gösterişli yazısıyla yevmiye yazdığını, gürültülü hesap makinesiyle mizan tutturmaya çalıştığını, gece tüccarların bize geldiğini hatırlıyorum.

Kısa sürede yeni hedefler oluşmuş tabi. Nasıl oldu anımsamıyorum ama 1961 yılında birden kapının önünde -resmini paylaştığım- bir arabamız oluverdi. Kanaatkâr ve ölçülü annemin şiddetle karşı çıktığını hayal meyal hatırlıyorum. Çünkü dilinden düşürmediği, “Herkesin arabası mı var?” sözünü hatırlıyorum. Muhtemelen ödenecek bir tane daha taksit oluvermişti ve ailesinde Varlık Vergisi’ni kötü yaşamış olan annem bir gün gelebilecek başka felaketlerden ve taksitleri ödeyememekten korkuyordu.

Arabamız ikinci ya da üçüncü el 1952 model, yeşil, küçük bir Austin’di. Babam, işte olmadığı ya da defter yazmadığı her an arabası ile uğraşıyordu. Arabanın her yanını pırıl pırıl parlatıyor, motorun her kapağını açıp temizliyor, günde en az iki kere lastiklerinin havasına, motorunun yağına bakıyor velhasıl araba ile resmen sevişiyordu. Ne yazık ki, araba bu aşka asla karşılık vermedi. Tam bir yere gidileceği sırada çalışmayacağı tutuyor, olur olmaz yerde stop ediyor, orası burası garip sesler çıkarıyordu. Dağarcığımda hep trafikte korna seslerinde çalıştırılmaya uğraşılan marşın sesi, bir de annemin panik içinde, “İstemiyorum ben bu arabayı! Herkesin arabası mı var?” sözleri var.

Üstüne üstlük ay bitmeden araba çalınıverdi. Hırsızlığa karşı sigortası yoktu. Sanırım daha da ödenecek taksitleri de vardı.

Mahzun babam sürekli karakola gidiyor arabasını soruyor gece gündüz arabadan bahsediyordu. Derken bir gün otobüsle işe giderken kendi arabasını yolda görmesin mi? Otobüsten inip arabanın arkasından koşmaya başladı ama nankör araba o gün hiç stop etmeden süratle babamdan kaçıverdi. Öfke ve özlemle eve döndü babam. Koşarken düşmüştü ve pantolonu çamur içindeydi. Annem akıllı kadındı, o gün pantolonu temizlemeye çalışırken hiç sesini çıkarmadı, “İstemiyordum zaten o arabayı” demedi.

Sonunda bir gün müjde geldi. Araba bir ara sokakta bozulmuş kalakalmıştı ve hırsızlar bile bıkmış, arabayı aynı resimdeki gibi terk etmişlerdi. Babam sevinçle gitti, arabayı çektirdi, Artin Usta arabayı çalıştırmaya muvaffak oldu, boyadı ve sonunda tekrar pazar sabahları motor kapaklarını temizleme ritüeli devam etti.

Bilirsiniz, biz Yahudiler ne olursa olsun cuma akşamları 4 nesil bir araya gelir bayram yemeği gibi Şabat yaparız. O araba ile gittiğimiz ve asla unutmayacağım bir Şabat’ı anlatacağım size.

Babam bir cuma akşamı “yeni” arabasına bizi aldı ve Balat’a, “dandini” büyükanneye Şabat’a gittik. 1960’larda araba sahibi olmak o mahallede kimse için öyle kolay iş değildi. Kim bilir, “dandini” büyükanne mahalleye arabası ile gelen oğlu ile ne övünmüştür? Tabi bu durum mahallenin bıçkın kıskanç delikanlılarının gözünden kaçmamıştı. Gece bitti, beni yarı uykulu bir halde arka koltuğa oturttular, eve yola çıktık ki, bir-iki adam arabanın önünü kesti. Babam sıkı kavgacıydı, asla pabuç bırakmazdı ama annem kesin bir dille, “Ne olursa olsun arabadan çıkmayacaksın diyorum” diye sesini yükseltti. Bir süre “Yoldan çekilirsin-çekilmezsin, arabadan inersin-inmezsin”, diye adamlarla çekişildi durdu. Sonunda mahallenin büyükleri gürültüden geldiler, gençleri azarladılar, hızlı yağmur da başladı yolu açtılar, eve doğru yola çıktık. Sinirler gerilmişti diye tahmin ediyorum. Sileceklerin yetişmediği bir yağmurda Gezi Parkı’nın arkasındaki tenha, karanlık yoldan gece Nişantaş’a doğru dönerken ister misin araba bir anda öksürdü, tıksırdı sonunda göl gibi bir su birikintisinin tam ortasında yapacağını yaptı, stop ediverdi. Babam uğraştı ama nafile. Uzunca bir süre yağmurun dinmesini bekledik. Annem asla dırdırcı bir kadın değildi, ama “İstemiyorum bu hurda arabayı artık. Herkesin arabası mı var?” diye durmadan söylendi. Arada uyuya kalmışım. Galiba bir ara babam pantolonunun paçalarını sıvadı ve arabayı itti. Dakikalar sonra uyandığımda babamın kucağında evin merdivenlerini çıkıyorduk.

Ancak o gece, çatı katındaki kiralık evimiz arabamızla birlikte yağmuru fırsat bilip koalisyon yapmıştı. Evin her yanı sular içindeydi. Yağan yağmur çatıdan sızmış halıyı ve eşyaları sırılsıklam ıslatmıştı. Annem bir yandan suları süpürmeye girişti, bir yandan da hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Babam da sessizce beni yatırdı ve bir an evvel derin uykuya dalmam için yavaş sesle şarkı söyledi. Geriye dönüp baktığımda, annem için “Haklı idi zavallı kadın” diyorum ama babamın bitip tükenmek bilmeyen heyecanını da damarlarımda zaman zaman hissediyorum. O gece babam kabahatli bir çocuk gibi sessizdi, bana uyumam için söylediği şarkının melodisini de sözlerini de inanın çok net hatırlıyorum. “Kuş olup uçsam...” gibi mahzun sözleri ve insanın içinde ağlama hisleri doğuran bir melodisi vardı. O gün bugündür kuvvetli yağmur bana hüzün verir.

Ne ay geçirmişler ama?

Babam o geceden sonra Austin arabamızı hemen sattı. Bir yıl kadar sonra da annemin sevdiği daha az külüstür kırmızı bir arabamız oldu ve birkaç yıl sonra da yine Nişantaşı’nda çatısı akmayan daha yeni ve büyük bir eve taşındık.

Benim babam ne yapar eder eninde sonunda kafasına koyduğunu yapardı.

-----------

Bilen biliyordur, bugünlerde Leviler anlatılıyor.

Ben de tanıdığım, ilk ve benim için en önemli Levi’yi yani babamı anlattım.

Fişek gibi bir adamdı. Yıllar sonra -bir başka fişek- Alber Levi büyüğüm bana, “Leviler farklıdır” deyip de anlattığında, babamın kafama kazıdıklarını hatırlamış, adama hak vermiştim.

Babam ölene kadar her zaman çok çalıştı. Hep yeni gelişmelere ve daha iyiye doğru didindi durdu. Kendisini hasta yatağında bile geliştirdi ve her zaman da aileden biri gibi sevdiği iyi baktığı kırmızı bir arabası oldu.

Anısı hep bize bir şeyler öğretsin, sevindirsin, heyecan ve çalışma azmi versin, neşelendirsin...

Not *
Enflasyon, babamın sigorta poliçem için verdiği bütün emeğini yedi bitirdi. Ben de 18 yaşıma geldiğimde annemin verdiği cesaretle o parayı alıp Avrupa’ya sırt çantası ile gezmeye gittim. O para o kadar azdı ki, yetmedi bile. Londra’da bir otelde temizlikçi olarak çalıştım da seyahati sürdürebildim. Harika günlerdi.