Haber resmi; Hayfa, 1945

Tulumbacıların kim olduklarının cevabını öykümde öğreneceksiniz. İnsanoğlunun nelere kadir olduğunu dile getiren bir anlatı… Son derece inanmış ve kararlı gençlerin neler yapabileceklerini de...

1949 başları... Şubat Ayı’nın sonları...

69 genç... Yaşları 18 ile 20 arası... Kararlıydılar… Genç yaşlarına karşın yola çıkacaklardı ve buldukları bir taka ile İsrail’e gitmek için dehşet dolu bir serüvene atılacaklardı.

48 yıl* öncesinde yaşadıklarını, bizzat görüştüğüm (69 gençten) beş tanesi kendi ağızlarından size nakledecek. Bundan sonrasında Hayim Adato, Yakup Fresco, Moşe Haleva, Moşe Kaspar ve o 69 gencin lideri Yakov Krudo ile birliktesiniz. Söz YAKOV’ların, MOŞE’lerin ve HAYİM’lerin…

 

“1940 yılı, hatta biraz daha öncelerinde “Neemaney Zion” vardı. 1943-44’lerin İngiliz mandası günlerinde, “Hehalut” Türkiye’ye gelip Yahudi gençlerin İsrail’e gitmesi için birtakım girişimlerde bulundu. Görüşmeler evlerde yapılırdı. Bu çalışmalar iki bölümde olurdu. Biri, Yahudi tarihi ile İsrail hakkında bilgiler, diğeri de İbranice dil eğitimiydi. Krudo ile birkaç kişi daha aynı gruptaydık. Birbirimize çok bağlıydık. Hepimiz İsrail’e gitmek istiyorduk. O dönemlerde İsrail’e gitmek için pasaport almak imkânsız gibiydi. Bazıları İtalya’ya gitmek üzere pasaport alıyor, sonra da yolculukları İsrail’e yöneliyordu.

Aynı günlerde, birçok genç karadan - Suriye üzerinden, ya da deniz yoluyla İskenderun’dan yola çıkıyor, İsrail’e ulaşmaya çalışıyordu. Kimileri başarıyordu. Bazı girişimler ise başarısızlıkla son buluyordu, hatta ölenler bile oluyordu.

Bizim grubumuzdakilerle bir keresinde İzmir’den ayrılacak bir gemi ile yola çıkmayı denedik. Ancak, paralarımızı kaptırdık, girişimimiz başarısızlıkla sonuçlandı ve süklüm püklüm evlerimize döndük. Cesaretimiz kırılmamış, İsrail’e gitme arzumuz güçlenmişti. İstanbul’a döndüğümüzde, Krudo’nun yaptığı temaslar neticesinde yeni bir yolculuğun planlarını uygulamaya başladık.

Plana göre o gün Eyüp’teki Müslüman mezarlığında buluştuk. Elimizde ne çanta ne de bir paket vardı. Aynen sıradan bir cenazeye gider gibi... Merasim son bulduğunda hepimiz bizi Haliç’te bekleyen bir motora bindik ve gün batımına yakın Boğaz’a doğru seyrettik. Günlerden 28 Şubat 1949’du. Hava çok soğuktu... Bizi İsrail’e götürecek olan taka Bebek önündeydi. Adı, ‘Erkan’dı. Genelde kaçakçılık işleri yapan bu Karadeniz teknesi 240 ton kapasitesindeydi.

69 kişiydik. Yolculuğun bedeli olarak adam başı 500 Lira kadar ödemiştik. Yaşlarımız 18 ile 20 arasındaydı. Tekneye varır varmaz hepimiz ambara girdik. Ve motor çalıştı. Boğaz’dan çıkar çıkmaz kaptanımız ikişer, üçer kişilik gruplar halinde güvertede hava almamıza izin verdi.

Sarayburnu önlerinde kaptan bizleri çağırdı ve “Son kez İstanbul’a bakın...” dedi. O esnada her birimiz, bilinmeze doğru çıkılan bu yolculuk öncesi öylesine değişik duygular taşıyorduk ki...

Çanakkale Boğazı’na ulaştığımızda kaptanımızın sımsıkı tembihleriyle ambarda gizlendik. Nefeslerimizi bile tutmamızı söylemişti. Boğaz çıkışındaki gümrük işlemleri esnasında, teknesinde Mersin’e götürdüğü 69 kadar koyundan başka bir şey taşımadığını anlatan kaptanın uzun görüşmeleri, pazarlıklar ve muhtemelen ödediği rüşvetin ardından önemli bir badireyi atlatmış olarak açık denize çıkmak üzereydik… Artık Türk sularından ayrılıyor, güvertede daha özgürce dolaşabiliyorduk. Sevinçliydik. Gençliğimizin tüm tasasızlığını coşkuyla yaşıyorduk.

Ancak, Türk sularından tam ayrılırken sevincimizi kursağımızda bırakan bir kaza yaşadık. Çandarlı açıklarında teknemiz kayalıklara çarptı. Takanın gövdesi büyük bir yara almıştı. Sular durmamacasına içeri giriyordu. Bunun, ıslak serüvenimizin sadece başlangıcı olduğunu bilemezdik. Hepimiz teknenin bodrumundaydık. Su boşaltmak artık her birimizin yaşamak adına yapacağı yegâne işti. Bunun üzerine derhal gruplar halinde nöbetleşerek harekete geçtik. Tulumbalar... Tulumbalar... Onlar da yetersiz olduğunda kovalar... Tenekeler... Bulduğumuz her kapla su boşaltıyorduk. Kaptanımız Türkiye’ye geri dönmeye korktuğundan, ufuktaki Yunan Adaları’ndan birine yaklaşıp yardım istemeye karar verdi.

Mevsim kıştı. Ege Denizi de hayli azgın. Dalgalar... Dalgalar... Hepimizi deniz tutuyordu. Kusmaktan iflahımız kesilmişti. Hani neredeyse hiç yemek yiyemiyorduk. Zaten bize verilen neydi ki?... Karavana misali suda bir çorba ve biraz da ekmek... Ama yaşamamız da gerekti. Tulumbalama işi esnasında güçlü olmayan çocuklar beceremediklerinde bazen tartışma çıkıyordu. Bu yüzden grup liderleri otoritelerini sergilemek durumunda kalıyorlardı. Yapacak fazla bir şey yoktu çünkü hepimiz aynı geminin yolcusuyduk ve sonuçta aynı kaderi paylaşacaktık.

Simi Adası’na vardık. Orada gemimizin tamir edilmesi için görüşmeler başladı. Azgın bir denizden sonra sakin bir limana gelmiştik. Hava çok güzeldi. Kendimizi öylesine iyi hissediyorduk ki... Takamıza motorlar yanaşıyor, bize bir şeyler satmaya uğraşıyorlardı. Aramızda madeni parası olanlar, en küçük paraya - 10 kuruşa karşılık en az on portakal alabiliyordu. Hâlbuki beş liralık kâğıt parası olana tek bir tane veriliyordu. Olayın sırrını çözmek zor olmadı. Yunanlılar sarı renkte olan madeni parayı altın zannetmişlerdi... Yiyecek bir şeyler satın almak üzere karaya çıkanlarımız da oldu. Biraz Rumca bilenleri önden yolladık. Sağda solda birkaç dükkândan alışveriş ettikten sonra ne hikmetse onları kovalamaya başladılar. Anlaşılan istenmeyen konuklardık.

Kaptanımızla Yunanlılar arasındaki görüşmelerde, adada yaşayan bir Türk tercümanlık yapıyordu. O dönemde Yunanistan’da, komünistlerle halk arasında çatışmalar, kaçmaca-kovalamacalar olduğundan tedirginlik ve tatsızlıklarla dolu bir ortam vardı. Adada bizi uyararak kurtaran, Türk tercümanımız oldu: “Dikkat edin, Yunanlılar Türk yönetiminden bu 69 gencin kimlikleri hakkında bilgi isteyecekler, siz kaçsanız daha iyi edersiniz” dedi. Anlaşıldığına göre adanın emniyet görevlileri Rodos’taki Türk Başkonsolosluğu’nu arayarak Türk donanmasından bir geminin gelip bu kaçak gençleri almalarını istemişti. Kaptanımızın onlara anlattığı hikâye, bizleri Adana’ya işçi olarak çalıştırmak için götürdüğü şeklindeydi. Yunanlıları ise en çok tedirgin eden, bizim komünistlere destek vermek üzere adaya geldiğimiz şeklindeydi. Onlara, İsrail’e giden gençlerden olduğumuzu dilimiz döndükçe ne kadar anlatmaya çalıştıysak da kaotik ortamın üstesinden bir türlü gelemedik. Bu arada teknemizdeki deliğin tamiri sürüyordu ama tamirat mümkün olduğunca yavaşlatılarak yapılıyordu. Simi Adası’ndaki dördüncü günümüzde kaptan bizi toplayıp kaçmamız gerektiğini bildirdi. Kaçışımız başlamadan karaya inip çimento ve kum satın aldı. Amaç bir türlü kapanmak bilmeyen teknenin deliğini tıkamaktı. Hemen betonu yaptık ve kendimizce, bir şekilde tamiratı gerçekleştirmiş olduk. Bunun üzerine kaptanımız gece geç vakit harekete geçme kararını aldı. Sadece, grup liderlerinden 4-5 kişi kaçıştan haberdardı. Hedef panik yaratmamak ve mümkün olduğunca büyük bir sessizlikle, ada halkı ve gemidekiler uyurken planı gerçekleştirmekti. İpler sessizce çözüldü. Ses çıkarmamak adına birkaç genç tekneyi mümkün olduğu kadar kıyıdan uzaklaştırmak üzere yüzerek ittiler.

Bu arada tabii ki teknenin motorunu her çalıştırdığında kaptanın başarılı olduğu söylenemezdi. Bazen defalarca kontağı çevirmek gerekti. Adadan kaçarken yine takılır ve gürültüden bütün ada halkı uyanır endişesi ile dehşet dolu anlar yaşadıktan sonra ilk kez, evet ilk kez motor, ilk ateşlemede çalıştı. Bu, gerçekten büyük bir mucizeydi bizim için! Motorun sesi duyulur duyulmaz bodrumdaki gençler uyanmaya başladı. Grup liderleri ise bu kez uyananları susturmak durumundaydı. Yatay durumda kalmaları da çok önemliydi. Kurşunlar yağmaya başladığında hiç kimse isabet almamalıydı. En küçük bir hata yaşamlarına mal olabilirdi.

Kaçışımız başlar başlamaz gerçekten de limandan üzerimize doğru kurşunlar yağmaya başladı. Kurşunlar çok etkili sayılmazdı çünkü biz artık uzaklaşmıştık. İyi ki bizi takip eden hiçbir deniz kuvveti yoktu.

Böylesine tehlikeli bir yolculuğa çıkarken, savunma amaçlı, biri liderimiz Krudo’da ikincisi de Mordu’da olmak üzere iki tabanca almıştık. Simi Adası’nın limanından ayrılırken yanımızda iki tabanca ve 20-30 kadar mermi olduğunu bilen kaptanımız, “Çabuk tabancalarınızla ateş edin,” diye komutlar yağdırınca bizler bunu kabul etmedik. Bizim küçük tabancalarımızın hiçbir işe yarayamayacağını ısrarla söylememize rağmen kaptan teknenin savunmalı olduğunun bilinmesini istiyordu. Bizler ise temkini elden bırakmak niyetinde değildik. Şiddetin daha çok şiddet yaratacağını, tehlikenin büyüyeceğini söyleyerek silahlarımızı kullanmayı reddettik.

Limanın bulunduğu koydan ayrılıp açık denize çıkar çıkmaz denizin en azgın dalgalarının kucağına düştük. Taka öylesine sallanıyordu ki… Gövdesindeki yaranın bir türlü tamir edilemeyen deliğinden içeriye şiddetle su girmekteydi. Tatsız geçen bir süreden sonra çaresizlik içinde yeniden örgütlendik ve TULUMBACILIĞA yeniden başladık.

Bu işlemi can havliyle 24 saat boyunca sürdürdük. Kaderin bize bir sürpriz daha hazırladığını bilemeden yolumuza devam ettik.

Bir müddet sonra Rodos yakınlarındaydık. Orada Türk güvenlik güçlerine rastlamaktan korkan kaptanımız adadan uzaklaşmak zorundaydı. İşte o sırada rotamızı şaşırdık. Simi Adası’ndan kaçarken pusulamız da kırılmıştı. Rodos’a varana dek kıyı kıyı gittiğimizden bir pusulaya ihtiyaç olmamıştı. Ama açık denizde, teknenin her yanından sadece deniz-Akdeniz göründüğünde had safhada çaresizdik. Tecrübeli kaptanımız hep doğuya doğru gitmeye karar verdi. Bu şekilde hep doğu yönünü muhafaza ederek en kötü şartlarda, kaptanın çok iyi tanıdığı İskenderun civarlarına düşme ihtimali vardı. O noktadan sonra da Hayfa’yı bulmak zor olmayacaktı. İkinci ihtimal ise Mısır’a yakın düşmekti. O zaman da çaresiz olarak İsrail’e doğru geri gitmek gerekecekti.

Normal şartlarda İstanbul’dan yola çıkan tekneler İsrail’e dört-beş gün içinde varırlardı, biz ise 10 günden fazladır denizdeydik. Bitkin, lakin çok inançlıydık. Kahkahalarla gülmek için bile fırsatlar yaratıyorduk.

Aramızdan biri teknenin direğinde nöbetteydi. Bütün amaç karayı görmekti. Denizler bir okyanus, teknemiz de minik bir sandaldı adeta…

Bir ara direğin tepesinde olan Moşe’nin haykırışları bizi çevreleyen evrenin boşluğunda yankılandı. Kapkara bir hat görmüştü, ufukta. Nihayet kara!... Mutluluğumuz görülmeye değerdi. Haritadan anlayanlarımız ile daha önce İsrail’e giden arkadaşlarımızın yoğun tartışmalarını takiben karar zor da olsa verilmişti: Her dakika daha çok yakınlaşmakta olduğumuz yer Gazze açıklarıydı... Bunun üzerine kaptan takamızın dümenini kuzeye çevirdi. Tel Aviv’e varmayı ümit ederken güney rüzgârları fazlaca kuvvetli esti. Kaptanımız ufuktaki Hayfa limanının fenerini tanıdığında son bulmakta olan bir günün bitmesine sadece birkaç saat kalmıştı. Yine de kaptan tedirgindi; çünkü İsrail’in Bağımsızlık Savaşı henüz tamamlanmamıştı. Hayfa’nın Arapların eline geçmiş olma ihtimali ile karşılaşmak, böylesi bir yolculuğun nihayetinde en son istenecek durumdu. Araplar bizi ele geçirse, hemen doğrarlardı.

Kaptan, Şansımızı denemek ve Hayfa Limanı’na girmekten başka çaremiz yok! dedi. Kaptan her gün 24 saat boyunca dümenin başındayken, bizler, 69 genç, daha şanslıydık. TULUMBACILIK görevimizi 24 saat boyunca sürdürdüysek de bunu gruplar halinde nöbetleşe uygulamıştık.

Simi Adası’ndan çıktığımız andan itibaren kışın en soğuk ayında, inanılası en güç şartlarda, öylesine zorlu zamanlar geçirmiştik ki... Ortalama 18-19 yaşlarındaydık. Birçoğumuzun, evinin dışında geçirdiği ilk değişik ortamdı. Üstelik nasıl bir ortam!... Kıyasıya bir can pazarıydı tüm deneyimlerimiz. Ana kuzusuyduk ve hayatta kalabilmek için mücadele vermeliydik. Aramızda içine düştüğümüz şartlara dayanamayıp intihar etmeye kalkanlar da oldu. Birkaç kişiyi, denize atlamaya hazırken, en sonunda düze çıkacağımızı söyleyerek zorlukla yaşamaya ikna ettik. Bedensel ve ruhsal açılardan daha zayıf olanlarımızı da korumayı görev edinmiştik. Yolda suyumuz da bitmişti, içecek hiçbir şeyimiz kalmamıştı. Yağmurun yağması için dua ediyorduk. Dualarımız da genelde kabul görüyordu... Yağmur yağdığında da bir süre bizi idare edecek kadarını toplayabiliyorduk. Yemeksiz yapabiliyorduk ama susuz, imkânsızdı.

 

Hayfa’ya vardığımızda gün batmıştı bile. O zamanlarda gece vakti dost bir gemi de olsa liman kesinlikle kapanıyordu. Limanın açıklarında demir attık. Yanımıza gelen motorun İsrail sınır koruma hizmetinde olduğunu anlayana dek nefesimizi tuttuk. Görevli teknemize geldi ve bize bilgi verdi, geceyi bizimle denizde geçirdi. Ertesi sabah gün doğduğunda İsrail’deki yeni yaşamımız mutlu bir haberle başladı: Görevli devamlı olarak kulağında tuttuğu transistörlü radyoyu dinlerken bağırmaya başladı. Eilat’da bağımsızlık mücadelesinde galip gelinmişti. O gün, günlerden 14 Mart 1949’du.

Kaptanımızla gözyaşları arasında vedalaşarak ayrıldıktan sonra motorlarla limana getirildik.

Yolda kurduğumuz hayaller uyarınca İsrail’e vardığımızda bizi bir orkestra karşılayacaktı ve üstünde yürüyeceğimiz yola kırmızı halılar döşenecekti. Ne var ki Hayfa’ya vardığımız anlarda, 3.500 göçmen taşıyan bir Bulgar gemisi limana yeni girmişti. Yetkililer ise, “Şimdi bu gençlerle uğraşacak halimiz yok,” demişler, ellerimize birer sandviç ve portakal vererek bekletmişlerdi. Daha sonra da yetkililer, isteyenin kibutzlara gidebileceğini söyledi. İçimizden 50 kişi orduyu seçti.

Bu aşamada bir şey hatırlatmak gerek. İstanbul’daki evlerimizden ayrıldığımızda, hiçbir çanta taşıyamayacağımızdan 4’er-5’er fanila, birkaç don üst üste, 2-3 gömlek, kazak vs. giymiştik. Üstüne birer palto veya kaban derken neredeyse hepimiz olduğumuzdan birkaç beden büyük vaziyette yola çıkmıştık. Yol boyunca çok üşümüş, çok da ıslanmıştık. Tabii ki 14 gün boyunca yıkanma lüksüne de hiç sahip olmadık. Islak giysilerimiz kurudukça, renkleri her seferinde daha da beyazlaşmıştı. İsrail’e vardığımızda kıyafetlerimiz artık aynı renkte değildi. Üst üste kuruyan tuzla, kalıplara dönüşmüştük.

 

Kibutza - daha öncelerinde birçok Türk göçmeninin gidip yerleştiği Hagoşrim Kibutzuna doğru gidecek olanlar Hayfa’nın Tahana Merkazit’ine kadar yürüdüler. Bindirildikleri otobüs ise artık dopdoluydu ve ayakta yolculuk edeceklerdi. Yola çıktıklarında, “Ne zaman varacağız?” diye sorduklarında, “Birazdan” cevabını alıyorlardı. 14 günlük sefil ve mücadeleci bir yolculuktan sonra 18-20 yaşlarındaki bu 19 genç, 5 saat süresince bozuk yollardan ilerleyerek giden otobüsün içinde ayakta yol almışlardı.

Askere katılacakların ilk durağı Beit Lid’di. Orada ilk iş onlara birer kalıp sabun verilerek duşlara yollandılar. En büyük zorluk kabuklaşmış dış giyimlerinden kurtulmaktı. Yıkandılar, aklandılar, paklandılar... Yeni askeri üniformalar üstlerinde, birinci ödülleri dört günlük bir izin oldu. Ellerine de bir miktar para: 4 lira 6 kuruş verildi...”

Buraya kadar, 1949 senesinde 18-20 yaşlarında olan gençlerdi konuşan. Bu anlatıya son vermeden önce, o 69 gencin zaman zaman buluştuklarını, TULUMBACILAR adlı bir grup kurduklarını, yaşamlarının en belirgin serüveninin tarihte layık olduğu yere geçmesi gereğine inandıklarını hatırlatmak istiyorum.