Haber resmi: İnsanın Cennetten Düşüşü" (1615), Jan Brueghel the Elder ve Peter Paul Rubens
Tora (Tevrat) ’nın ilk kitabı Bereşit’te Adem ve Havva’nın Eden bahçesindeki yaşamları anlatılır. Eden bahçesi Adem ve Havva’nın doğayla tam bir uyum içinde yaşadıkları bir cennettir. Tanrı, Adem ve Havva’ya bir kural koymuştur, bahçedeki Bilgi Ağacının meyvesini yemek yasaktır. Fakat bu yasağa rağmen Adem de Havva da meyveden yerler. Tora bu olayı şu şekilde anlatır, “Kadın ağacın yemeye uygun, gözler için arzu uyandırıcı olduğunu ve ağacın zekâ elde etme konusunda çekici olduğunu gördü. Meyvesinden aldı ve yedi. Kendisiyle birlikte kocasına da verdi ve Adem de yedi. İkisinin de gözleri açıldı ve çıplak olduklarını anladılar.” Tanrı, eylemleri yüzünden Adem ve Havva’yı cezalandırır ve cennetten kovar.
Adem ve Havva’nın hikâyesi, insanlığın ortaya çıkışının alegorik bir açıklamasıdır
Alman psikolog ve düşünür Erich Fromm’a göre Adem ve Havva’nın hikâyesi, insanlığın ortaya çıkışının alegorik bir açıklamasıdır. Adem ve Havva, Bilgi Ağacından yediklerinde, kendilerinin doğanın bir parçası oldukları kadar doğadan ayrı olduklarını anlarlar. Erich Fromm’a göre, “İnsanın toplumsal tarihi, onun dünyayla bir bütün olma durumundan çıkıp, kendisinin çevredeki doğa ve insanlardan ayrı bir varlık olduğunun farkına varmış duruma ulaşmasıyla başladı.” Fromm’a göre meyveyi yediğinde insan, “Doğadan ayrılmış, insan olma yolunda ilk adımı atmıştır. Doğayı aşmak, doğadan ve bir başka insandan yabancılaşmak insanı çırılçıplak, utançlı hale getirmiştir”. Fromm için insan doğadan kısmen düşmüş hayvandır, yani bir tür “hilkat garibesidir”.
Bilinç: ölümün farkındalığı, özgür irade ve varoluşsal kaygı
Dindeki cennetten düşüş hikâyesi, aslında insanın doğayla bütünleşmesinden, bilinçsiz ve hayvansı durumundan kopuşunu temsil eder. Dünyamızın tarihinde bir noktada insan öncesi varlık “uyandı” ve Homo Sapiens’e dönüştü. Bilgi Ağacının meyvesi, doğada sadece insanın sahip olduğu bilinç, akıl ve farkındalıktır. İnsanı doğadan ayıran, onu uyandıran, insan yapan bu bilinçtir. Peki bu neyin bilincidir, neyin farkındalığıdır? En temel olarak insanın kendi ölümlülüğünün, sonluluğunun farkındalığıdır. İnsan, ölen bir çiçeğe baktığında “Ben de bu çiçek gibi doğdum, yeşerdim, büyüdüm, soluyorum ve bir gün öleceğim” diye düşünebilir. Dünya üzerinde bunu düşünme yetisine sahip tek varlıktır. Sonluluğunun farkında olduğu için doğadan kopuk, bunu engelleyecek güce sahip olmadığı için de doğanın parçasıdır. Bu, çaresiz farkındalık durumu, sadece insana mahsus olan varoluşsal kaygıya sebep olur. Sartre, Kierkegaard, Fromm gibi varoluşçu düşünürler, varoluşsal kaygının kimsenin suçu olmadığını, insan olmanın şartı olduğunu savunurlar. Bilinç, ölümün farkındalığı dışında bir farkındalık daha getirmiştir. Hayvanların aksine insanların özgür iradesi vardır, kendi seçimlerini yapmaya ve hür iradelerini kullanmaya güçleri vardır. Fakat bu özgürlük aynı zamanda bir yüktür çünkü karar vermeye gücü olan insan hiçbir zaman bu kararları verecek yeteri veriye sahip değildir. Hiçbir zaman yeteri veriye sahip olmayıp yine de karar vermek zorundadır. Tıpkı ölümün farkındalığı gibi özgürlük de sadece insanın mustarip olduğu varoluşsal kaygının bir parçasıdır.
Vücudumuzun en temel dürtüsü hayatta kalmak, işlemeye devam etmektir. Vücuttaki tüm sistemler işlevlerin tıkırında gitmesi için çalışır. Örneğin, bir virüs bizi hasta ettiğinde vücut, virüsü öldürmek için kendini ısıtır, ateşimiz bu yüzden çıkar. Bu, kendi kontrolümüz dışında işleyen, vücudun sağlıklı kalmasına ve normal çalışmasına yardımcı olan bir işlevdir. İnsanın bilinç kazanmasıyla beraber vücudun yeni bir görevi ortaya çıkar, varoluşsal kaygıyı bastırmak. Bilinçdışı bizi varoluşsal kaygıdan korur
Varoluşsal kaygı öyle şiddetli ve yoğun bir duygudur ki, onun tüm kuvvetine maruz kalan bir insanın normal işlevine devam etmesi imkânsızdır. Burada şu şekilde bir benzetme faydalı olacaktır: İstanbul’da her gün yüzlerce trafik kazası yaşanıyor. Yani, benim arabaya bindiğim her gün trafik kazası geçirme ihtimalim bulunuyor. Eğer ben bu ihtimali gerçekten ciddiye alsaydım ve kavrasaydım, muhtemelen bir daha asla arabaya binmezdim. Kaza geçirme riskini bilmeme rağmen hayatın normal akışında unutuyorum, bilmiyormuş gibi davranıyorum, bilincimin dışına iteliyorum. Eğer bunu yapmasaydım günlük normal işlevime devam edemezdim. Aynısını varoluşsal kaygı için de söylememiz mümkün. Her karar vermemiz gerektiğinde aslında yeteri bilgiye sahip olmadığımızı, kararlarımızın tahmin bile edemeyeceğimiz sonuçlara sebep olabileceğini gerçekten kavrasaydık paralize olup kalırdık. Her anımızı ölümlülüğümüzün farkındalığıyla geçirseydik yaşayamazdık.
Varoluşsal kaygılar öyle ağırdır ki, gündelik yaşantımız kaygılarımızın bastırılmasıyla yaşanabilir. Amacı normal işlevselliği korumak olan vücudumuz için bu bastırış bir bakıma bizi korumak için gerçekleşir, tıpkı vücudun virüsü öldürmek için ateş çıkartması gibi. Bastırılanların, unutulanların, inkâr edilenlerin sürgün edildiği yer bilinçdışıdır. Bir bakıma bilinçdışının insanların bilinç kazanmasının bir sonucu olduğunu söyleyebiliriz, bilinç beraberinde bilinçdışını da getirmiştir. Bu şekilde baktığımızda bilinçdışının bizi günlük yaşamda aşırı kuvvetli varoluşçu kaygıların istilasından koruduğunu görürüz. Bilinçdışı bunu yapma durumundadır çünkü gündelik hayat ancak, her an mümkün olan ölümün reddedilemez gerçeğinin üstünü örtmeyi başardığımızda devam edebilir. Fakat önceki yazılarımda da belirttiğim gibi bilinçdışına bastırılanlar yok olmaz, sonradan biçim değiştirmiş halde ortaya çıkarlar. Bastırdığımızı sandığımız varoluşsal kaygılarımız tuhaf şekillerde tekrar kendilerini gösterirler. Panik atak, fobiler veya bel ağrısı ya da baş ağrısı gibi psikosomatik belirtiler, bastırılmış varoluşsal kaygıların biçim değiştirmiş halleri olarak görülebilir. Biz de belirtilerimizin altında yatan varoluşsal meseleleri kavrayana kadar neler yaşadığımızı anlayamayız, kafamız karışık, kayıp bir halde acılarımıza çare ararız. Burada zihnin, aslında kendini korumak için geliştirdiği bilinçdışına bastırma sisteminde bir hata çıkmıştır, tıpkı vücudumuzun kendini korumak için çıkarttığı ateşin ölümcül olabileceği gibi.
Bir gün öleceğimi bilsem de yaşamam gerek
Gündelik hayatta yaşamaya devam edebilmemiz için bastırılan şey gerçekliktir. Kierkegaard ve Heidegger, varoluşsal kaygıyı, varlığımıza dair gerçeğin bize kendini gösterdiği temel deneyim olarak görürler. Bu gerçeklik gündelik hayatta bastırıldığı için Heidegger gündelik yaşama “gerçekliğin dışında yaşamak” der. Heidegger’a göre insan ya sahici bir biçimde ya da sahici olmayan bir biçimde yaşar. Sahici olmayan bir yaşam varoluşsal hakikati unuttuğumuz ve “dünyanın tutsağı olduğumuz” bir yaşamdır. Sahici olmayan yaşam, ancak insanın bastırdığı ve inkâr ettiği bilgiyi kavramasıyla aşılabilir. Evet, gerçekten de hayattaki en önemli kararlarımızı sonucu bilmeden, kör bir halde veriyoruz. Evet, gerçekten de sonumuz var. Bunun bilgisi can acıtır, bu sebeple Adem ve Havva’nın yediği meyve acı bir meyvedir. Bilgi acıtsa da bunla yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor, insan olmanın ve akla sahip olmanın yükü bunu gerektiriyor. Seçme özgürlüğümün ağırlığını bilsem de seçmem gerek. Bir gün öleceğimi bilsem de yaşamam gerek.