Haber Fotoğrafı: Marko Paşa / Markos Pitsipios, 1824-1888
Bilmeyenimiz yoktur, illa ki karşılaşmışızdır bu ifade ile! Gerekli-gereksiz şikâyetler yaptığımızda veya olmadık, alakasız yer veya mercilere sızlandığımızda, karşı taraftan, yüzünde rahatsız olduğunu ya da sinirlendiğini anlatan bir ifade ile: “Hadi kardeşim, Marko Paşa’ya!” cevabını alırız.
Bu yazıyı yazmaya başlayana kadar hiç merak etmedim bu Marko Paşa lafının nereden geldiğini veya bu Paşanın kim olduğunu. Eskinin azınlık ağırlıklı nüfusunda, demek ki Marko adlı biri varmış, halk edebiyatında yer edinmiş diye düşünmüştüm. Paşa sıfatı da her zaman dilimizde gerçek bir paşayı ifade etmez ya, “hadi paşam” deriz ya erkek çocuklarından bir şey isterken, ya da “paşa gibi çocuk” deriz eli-yüzü düzgün, iyi, efendi görünümlü çocuklara, o hesap. Meğer gerçekten “Paşa” imiş bizim Marko Efendi!
Bir soyadı var Paşa’nın bilinmeyen, zamanın terimleri ile (soyadı henüz yok ya) Apostol oğlu Markos (Pitsipios) 1824 Siros Adası doğumlu. Okul arşivlerinden, babasının adada nüfuz sahibi biri olduğu görülüyor. Paşa’nın eğitim kayıtlarında, mesleği zaman zaman tüccar, siyasetçi, banker olarak geçiyor.
Adam olacak çocuk
Küçük yaşlardan beri Marko’nun hayali doktor olmaktı. Aile İstanbul’a göç etmeye karar verdi. Sultan II. Mahmut 14 Mart 1827 yılında, Şehzadebaşı’nda cerrahların yetişeceği Tıbhâne-i Âmire ve Dârülttıbb-ı Âmire’yi, kısaca Mekteb-i Tıbbiye’yi açmıştı. Burada hem askerî hem sivil doktorlar memleketin ihtiyacı olan eczacı, veteriner (zamanın tabiri ile baytar), dişçiler yetişiyordu. Bu tarih, bugün hala Türkiye’de Tıp Bayramı olarak kutlanır. Bu öğrenciler, 1832’de Topkapı Sarayı sahilindeki Tatbikat Hastanesi’ne geçer, Hastalar Odası’nda kurulan Asâkir-i Hassa-i Şâhâne Cerrahhânesi’nde stajlarını yaparlardı. O yıllarda Topkapı Sarayı içindeki bu yapı, bugün Gülhane Parkı’nda hala mevcut. 1839’da okulu ziyarete giden Sultan, mahlasındaki “Adli” ibaresi uyarınca, Mekteb-i Tıbbiye-i Adliyye-i Şâhâne okulun adını diplomalarda “L’Ecole Adliyée Impériale de Médecine” olarak değiştirince, bu Avrupai isim ve eğitim, okula büyük prestij kazandırmış, memleketin gençleri burada okumak için can atar olmuşlardı. Marko’nun da hayalindeki eğitim tam da buydu.
Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, Haydarpaşa
Mekteb-i-Tıbbiye’ler
II. Mahmut’un ardından, Sultan Abdülmecit de Mekteb-i-Tıbbiye’ye çok önem verir, işleyişini bizzat takip edermiş. Avrupa’da küçümsendiğini duyduğunda 1847’de Viyana’ya gönderdiği mezunları orada çok başarılı olunca, Mekteb-i Tıbbiye’nin de Avrupa ayarında olduğu tescil edilmiş oldu. İşte bu okulda eczacılık okudu Markos Pitsipios. On yıl dirsek çürüttüğü okuldan, 1851’de askerî doktor olarak mezun oldu. O dönem ona hocalık edenler arasında Rum azınlık mensuplarından Stefanos ve Kostandin Karatodori, Sarandis Arhigenis, Stavrakis Aristarhis, Spiridon Mavrogenis adlı ünlü doktorlar vardı. Marko Paşa da orada ders verdi. Mezun olduktan sonra, okulun Cerrahi Kliniği’ne şef atandı. Okulun başarısı çok hızla ses getirince, Sultan II. Abdülhamid, 7 aylıkken difteriden ölen kızı Hatice Sultan anısına Şişli’de Türkiye’nin ilk çocuk hastanesini, bugün artık binaları depreme dayanıksız gerekçesi ile kapatılan Etfal Hastanesi’ni hizmete açtı.
Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne kuruluşundan sonra çok yer değiştirdi. 1903’te dönemin Güzel Sanatlar Mektebi hocası Mimar Alexandre Vallaury ile İtalya’dan özel olarak getirtilen Raimondo d’Aronco, Haydarpaşa’da oryantalist üslupta, denize bakan muhteşem bir yapı inşa ettiler (şimdiki Haydarpaşa Numune Hastanesi). Sultan, yapımı ile yakından ilgilendi. Sadece okul değil, hastane olarak da kullanılacağı için, odalarının yüksek tavanlı yapılmasını tembih etti. Mektebin (okulun) Haydarpaşa’ya taşınmasının, Avrupa yakasındaki hastalara ulaşım açısından sıkıntı yarattığı için ise, Padişah, Gülhane’deki hastaneyi Belediye’ye devrettirerek hastaların bedelsiz tedavisini emretti. 1933’ten sonra, okul Avrupa yakasına geri döndü ve İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi adını aldı. Askerî tıbbiye ise Ankara’ya taşınıp Gülhane adı ile faaliyetine devam etti.
Osmanlı Hilâl-i Ahmer
Marko, Paşa oluyor
1861’de, yüksek Cerrahi ve Botanik bilgisi ile öne çıkan Marko Pitsios, Sultan Abdülaziz tarafından “Fermanım hükmü budur ki” diye başlayan fermanı ile Sertabib-i Hazret-i Şehriyari (saray başhekimi) tayin edilip aynı zamanda saray eczanelerinin yöneticiliğine de getirildi. Aynı dönemde kendisi zaten Askerî Hastaneler Yöneticisi ve Genel Hastaneler Bakanıydı. Bu durumda da ferikliğe yani tümgeneralliğe terfi ettirilerek ilk Paşa unvanı kazanan hekim olmuş oldu. Ünlü banker Mavrokordatos’un kızı Efterpi ile evlendikten sonra terfilere doyamayan Marko Paşa, kuruluşunda gayretleri olduğu “Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti”nin başkanlığına da getirildi.
1871’de Mekteb-i Tıbbiye’ye nazır (rektör), 1876’da ise Meclis-i Ayan üyesi olan Marko Paşa, Mekteb-i Tıbbiye’nin yöneticileri arasında öğrencileri koruyan, himaye eden karakteri ve başarılı yöneticiliği ile 17 yıl boyunca hizmette kalan tek doktoru oldu.
Torun çocuğu Despina Hanım’ın anılarından, atasını en iyi anlatan cümle: “Marko Paşa’nın giydiği elbise yahut üniformalarda cepleri daima dikili olurdu. Böylece, ne kendisi o cepleri kullanabiliyordu ne de başkası cebine şantaj için bir yazı yahut rüşvet koyabiliyordu. Bunu rahmetli annem daima anlatırdı.”
…Marko Paşa’ya!
Osmanlı’ya hizmet eden birçok devşirme paşa arasında, “Derdini Marko Paşa’ya anlat” deyimi olmasaydı, Paşa diğerleri gibi sadece tarihin sayfalarında kalacak, nesilden nesile anımsanmayacaktı. Marko Paşa bir kadı değildi elbet! Bilgi birikimi olan sabırlı ve akıllı, kıvrak zekâlı bir hekimdi. Bir okul idarecisi olarak ve tıp adamı olarak da öğrencilerinin sorunlarına çözüm bulmakla yükümlüydü ki, onu yaptı zaten! Bazı kaynaklarda yer aldığı şekli ile görüşmenin sonucunda diline yapışmış “Anladık ama ne?” (demek istiyorsun) sözü ile çözümcü değil de baştan savmacı olduğu da bence hatalı bir yaklaşım. Şimdi, gıyabında fikir yürütüyoruz ama çok zorda kaldığı durumlarda belki de başından savmak için kullanmış olabilir yine de, bugün, insanı köşeye sıkıştırmalık bir tartışmada, muhatabın sorusuna soru ile cevap vermenin en doğru yaklaşım olduğu doğrulanmışken, üstelik de dikkat ettiyseniz, psikologların hepsinde de gördüğümüz üzere, hastalarına çözümü tavsiyelerle değil, konuşturarak kendi çözümlerine kendilerinin varmaları yöntemi uygulanırken, bence Marko Paşa, bu esasları uygulayan, dönemin zeki ve kıvrak fikirli bir danışmanıydı. II. Abdülhamit yönetimine karşı hürriyetçi fikirleri yaymaya çalışan öğrencilerin, eğitimleri süresince çok akıllıca zarar görmelerini engelledi. Şöyle bir anekdot anlatılır bu konuda:
Ama ne?
Tıbbiye’nin Sirkeci Demirkapı’da yüksek duvarlı bir bahçe ortasında olduğu bir zamanda, öğrencilerin âdet olduğu üzere, akşam yoklamasında “Padişahım çok yaşa!” diye bağırmaları gerekirken, “Padişahım alaşağı” diye bağırmaları üzere zabitler durumu Marko Paşa’ya rapor etmişler. Öğrenciler hemen kendilerini savunmuş: “Paşam, siz fizik okudunuz, ses dört duvar arasında yankılanır ve ifadeyi farklı yansıtabilir. Bizim -çok yaşa- diye bağırmamız, uzaktaki zabitlerin kulağına ses kuralları mucibince ‘alaşağı’ olarak gitmiş olmalı.” Paşa çocukları bu gerekçe ile zabitlere zar zor savunmuş elbette, ama sonradan yanına çağırıp onlara zılgıtı atarken, yukarıda bahsettiğimiz diline yapışan ve kişiliğinin alamet-i farikası sözcükle görüşmeyi sonlandırmış: “Anladık, duvarlar ses aksettirir ama ne??”
Yine, içine düştüğü zekice bir yaklaşım gerektiren bir diğer olay da, Sultan Abdülaziz’in intiharıydı. Saraya davet edilen bilumum tıp mensuplarının arasındaydı Marko Paşa ve raporlarını kitabına uydurarak yazmaları gerekiyordu. İntihar etti veya etmedi gibi direkt raporlamanın yerine bir kulp aranırken, Paşa tam kendisine yakışan bir cümle ile “Bize gösterilen bu makasla bu yara yapılabilir” diyerek heyetin durumdan sıyrılmasını başardı.
Torun kızı Despina Anaç
Hasılı, Marko Paşa, derdi olanlara sabırla yaklaşacağından, insanlara musallat olup dertleri ile uzun uzadıya sızlanarak bıktıranlara, “Hadi git, Marko Paşa’ya!” dedirtmesi ile, ya da nihayetinde çözümlerini kendilerinin bulmasına yardımcı olduğu ve sonunda “Anladık ama ne?” demesi ile şikâyetçilerin, Paşa’nın dertlerine bir çözüm bulamadığı kanaatini uyandırdığı için boşa gayret anlamındaki, “Derdini Marko Paşa’ya anlat” özdeyişinin dilimize yerleşmesine yol açmıştır. Eş ve yedi çocuğunun difteriden ölmesi üzerine yıkılan Marko Paşa, ardında on çocuğundan sağ kalan üçünü bırakarak 1888’de Burgazada’sındaki yazlık evinde vefat ediyor ve Kuzguncuk’taki Rum Mezarlığına defnediliyor.
Torun kızı Despina Anaç, Kızılay yayınlarından çıkan, burada da faydalanmama izin verdiği kitabında, ecdadı hakkında geniş bir araştırma yaparak bilinmeyenlerin günümüze gelmesini sağlamış, kendisine teşekkür ederiz.
Kızılhaç / Kızılay’ın kuruluşu
Kızılhaç, kuzey İtalya’daki Solferino Muharebesi’nden sonra savaş alanında tıbbî yardım alamayan yaralıların ümitsiz durumu karşısında, hangi tarafın askeri olduğuna bakılmaksızın yardım etmek üzere örgütlenmişti. 1863 Cenevre Uluslararası konferansında, ambleminin de, tarafsızlığı ile öne çıkan İsviçre’nin bayrağına atfen beyaz zemin üzerinde kırmızı bir haç olması kararlaştırılmıştı. Osmanlı’da 1877’de Marko Paşa başkanlığında resmen kurulan “Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti”ne ise Hıristiyan sembolü görülen kırmızı haç yerine kırmızı bir ay kullanılması 1929’da resmen tanındı, başkanı da Marko Paşa oldu. Ne Kızıl Haç ne de Kızıl Ay amblemlerini kullanmak istemeyen İsrail’in de, hiçbir dinî veya siyasî çağrışımı olmayan -beyaz zemin üzerine bir köşesi yukarı bakan kırmızı bir kare olan- “Kızıl Kristal” simgesini kullanması ise 2005’te düzenlenen bir diplomatik konferansta kabul edildi. Beyaz fon üzerinde köşeleri yukarı ve aşağı bakan kırmızı bir kareden oluşan amblem çok fazla kullanılmadı. Bugün uluslararası alanda kullanılan, kızıl kristal içinde kırmızı Davud yıldızıdır (Magen David Adom).
En solda Marko Paşa
22 Eylül 1947’de Hilal-i Ahmer’in adı Türkiye Kızılay Derneği olarak değişti. Kızılay’ın yönetimleri, kurucuları Marko Paşa’ya karşı her zaman vefalı oldular. Marko Paşa’nın bir büstü, Kızılay Cemiyeti’nin Ankara’daki arşivinde bulunuyor.