Haber fotoğrafı: Budapeşte Büyük Sinagogu (Dohány Caddesi Sinagogu)


Bu kez Gazella Turizmin konuğu olarak Tuna Nehrinde Viyana, Budapeşte, Estergon ve Budapeşte’deydik… Nehir gemisi benim için bir ilkti. Bu kadar keyifli olacağı hayallerime girmemişti…

Holokost’u yad ettiğimiz bu ayki DERGİ’mizde bu kez Budapeşte’de, Dohány Caddesi Sinagogu’ndayız. Sinagogun bahçesinde bulunan, “Ağaç Anıt” (Yaşam Ağacı) olarak bilinen ve Holokost’ta hayatını kaybeden 400.000’den fazla Macar Yahudi’sinin anısını yaşatmak için yapılmış etkileyici bir eserin yanı başındayız…

Budapeşte Büyük Sinagogu (Dohány Caddesi Sinagogu), dünyanın en büyük sinagoglarından biri olup Budapeşte’nin en önemli tarihi yapılarından biri olarak biliniyor. 1854-1859 yılları arasında inşa edilen sinagog, Yahudi Reform Hareketi’ne hizmet etmek amacıyla Ludwig Förster adlı Avusturyalı bir mimar tarafından tasarlanmış ve Moorish Revival (Mağribi Canlanış) tarzını yansıtmakta.



Sinagog, 3.000’den fazla kişi kapasiteli olup, toplamda 1.200 metrekarelik bir alana sahip. Kubbe, mozaikler ve kemerler Mağribi mimarinin etkilerini taşırken, Avrupa dekorasyon tarzlarıyla harmanlanmış. İki büyük kulesi, altın süslemeleriyle özellikle dikkat çekiyor. Bu sinagog II. Dünya Savaşı esnalarında Nazi ve Arrow Cross Partisi’nin karargâhı olarak kullanılmış. Daha sonra Holokost sırasında ciddi şekilde zarar görmüş, ancak 1990’larda kapsamlı bir restorasyon sürecinden geçmiş. Günümüzde aktif bir ibadet mekânı olmasının yanı sıra, Macar Yahudi Müzesi’ne de ev sahipliği yapıyor, aynı zamanda da Budapeşte’ye gelen turistler için bir cazibe merkezi…

Sinagogun bahçesindeki anıt, bir söğüt ağacını andırıyor. Yaprakları gümüşten yapılmış ve her bir yaprakta Holokost kurbanlarından birinin adı veya soyadı kazınmış. 1989 yılında Macar Yahudi toplumu ve bağışçılar tarafından inşa edilmiş. Ana bağışçılar arasında ünlü Amerikalı iş insanı Tony Curtis de bulunuyor; Curtis’in ailesi, Holokost’ta hayatını kaybeden Macar Yahudileri arasında…

Şimdiye değin gördüklerimin en büyüğü olan sinagogu hayranlıkla gezdikten, anıtı çevreleyen akın akın ziyaretçilerine tanık olduktan sonra Holokost’un korkunç etkilerinin duyumsattıkları üzerine derin düşüncelere dalmaktan geri kalamıyorum.

Gabi ve Frida Wasserman ikizleri
Aklıma ilk düşen 27 Ocak 1995’te katıldığım Auschwitz-Birkenau ölüm kampının Kızıl Ordu tarafından kurtarılışının 50. Yıl kutlamaları oldu. Gazetecilik hayatımın ruhumu dağlayan deneyimlerimden biri, Auschwitz Canavarı Dr. Josef Mengele’nin dehşetengiz tıbbi deneylerinden sağ kalmış Gabi ve Frida Wasserman ikizleriyle gerçekleştirdiğim söyleşiydi.


Gabi ve Frida Wasserman ikizleriyle gerçekleştirdiğim söyleşi (Şalom, 1995)

Birbirlerine birer su damlası kadar benzeyen, Macar asıllı Wasserman ikizleri 1929’da, o günlerde Çekoslovakya sınırlarında yer alan, günümüz haritasında Batı Ukrayna’da bulunan Uzhhorod’da mutlu bir aileye doğmuştu.

Frida anlattı: “1938’deki Macar işgalinden sonra, sorunlar başlamıştı. İşsizlik… bunalım… Bizler sıradan okula gidemedik, sadece Yahudi okulunda eğitim alabildik. Şehrimizin valisi babamın arkadaşıydı. Uzun süre, servetimizi rüşvet olarak elden çıkara çıkara gettolara yollanmamak için mücadele ettik.”

1944’te Naziler kentlerine ulaştığında cinayetler başlamıştı. İkizlerin dayıları, teyzeleri kendi mezar çukurları kazdırıldıktan sonra kurşunlanarak öldürüldüler.

Wasserman ailesi 4 Haziran 1944’te kentlerini terk etmeye zorlanarak Auschwitz-Birkenau’ya doğru kapalı vagonlara yüklenerek yola çıkarıldılar. Dört gün, aç-susuz, hayvanlar gibi sıkıştırılarak dolduruldukları trenin bölmelerinde kıpırdamak sadece nöbetleşe mümkündü.

Gabi anlattı: “Bizi çalışma kampına götürdüklerini söylemişlerdi. 9 Haziran’da Auschwitz’e varışımızda vagon kapakları açıldı. Hayvanlar gibi itilip kakılarak üç Alman subay (aralarından biri Dr. Mengele idi) ve tutuklular tarafından karşılandık. Mengele, elindeki sopayla sadece baş parmağını kıpırdatarak elemelerini yaptığı insanların sağa veya sola gitmelerini işaret ediyordu. O esnada ailemiz üçe bölündü. Annem sola - gaz odalarına, babam ile abim - çalıştırılmak üzere sağa…
O gün, her zamanki gibi ikizimle aynı giyinmiştik. Mengele bizi görünce, ‘zwilinge’ (ikiz) diye haykırdı. Bizi elimizden tutup kendi kocaman, siyah arabasına götürdü. Ailemizi sordu… Annemizi krematoryuma yolladığını anladı. Babamızı yanımıza çağırttı ve ona yaşayacağını söyledi.”

Gabi ve Frida “Revier” adlı bloka götürüldü. Orada Polonyalı siyasi tutuklular, sonraları eşcinsel olduklarını keşfettikleri “yarı kadın, yarı erkek”lerin bulunduğunu anlattı ikizler… Onları soyup duş almalarını sağlayan kadınlar tarafından, Gabi’nin çantasında gizlediği bir yün yumağına sarılı saati ellerinden alınmıştı. Gabi anlattı:
Oyuncağım elimden alınmıştı. Dediler gibi ağlayıp bağırıyordum. Mengele geldi, neden ağladığımı sordu. Anlattım. Başımı okşadı ve yünümü geri verdi.”

Annesini ölüme yollayan Mengele saçını okşamış, teselli etmiş, arzusunu yerine getirmiş -bir anlık da olsa- Gabi’nin kahramanı olmuştu. Gabi bu ikilemin yükünü yaşadığı son güne kadar ruhunda taşımıştı.

Gabi ve Frida, inanılası zor canavarlıklara tanık oldular. Mengele’nin tıbbi deneyleri… Frida anlattı: “Saçımızın telinden ayak parmak uçlarına kadar incelediler. Defalarca kan örnekleri aldılar. Bir keresinde gözlerimizin arkasına ulaşmak için kaşıkla gözlerimizi ters çevirdiler…” Ve daha nice barbarlıklar… İkizlerden biri, Mengele’nin yeni doğan bir bebeği iki eliyle yırtarak parçaladığını anlatırken hepimizin gözlerinden akan yaşları durduramamıştık.

Frida, babaları Adolf Wasserman’ın acı deneyimini anlattı: “Naziler keyiflerince insanlarla oynayarak eziyet edip öldürüyordu. Bir keresinde kampta çalışan erkekleri sıraya dizdiler. Her ‘onuncu’yu öldüreceklerini söylediler. O günkü sıralamada ağabeyim Alexander onuncu, babam ise dokuzuncuydu. Babam oğluyla yer değiştirmek istedi, ‘Ben ölmek istiyorum’ dediyse de abim babamın gözleri önünde eziyet edilerek, öldürüldü.”

Baba Adolf ve ikizler Holokost yaşayanları arasındaydı. Bir anlamda hayatta kalmışlardı ama her biri son günlerine kadar değişik sıklıklarda geceleri haykırarak uyanmışlar. Yaşadıkları ve tanıklık ettikleri, ruhlarının huzurunu söküp almıştı.

***

Budapeşte Gettosu ve Holokost Anıtı
Budapeşte ziyaretim esnasında… Dünyanın en büyüklerinden biri olan Dohány Caddesi Sinagogu’nun bahçesinde yer alan Budapeşte Gettosu’nun yanı başındaydım. Orada, yaklaşık 70.000 Yahudi, çok kötü koşullar altında bu küçük alana zorla yerleştirilmişti. Yetersiz gıda, hijyen eksikliği ve soğuk hava nedeniyle binlerce kişi hayatını kaybetti.


Suzan Nana Tarablus Holokost Anıtı Yaşam Ağacı'nın önünde

Bir anı mekânı olarak muhafaza edilen getto, Sovyet Kızıl Ordu tarafından 17 Ocak 1945’te özgürleştirildi. Ancak, Gabi ve Frida’nın anneleri Sara Wasserman ve abileri Alexander gibi birçok Yahudi, kurtuluş öncesinde ya Auschwitz’e gönderilmiş ya da aşırı sağcı Macar hareketinin temsilcileri, Arrow Cross milisleri tarafından öldürülmüştü. Budapeşte’deki Holokost sırasında Macaristan’daki Yahudi nüfusun büyük bir kısmı yok edilmişti.
Holokost anıtı - söğüt ağacının eğilmiş dalları, yas tutan bir toplumun ağırlığını temsil ederken yapraklar, hayatları sona ermiş ama unutulmamış insanları simgeliyor… Bu anıt, sadece kayıpların anısını değil, aynı zamanda Yahudi toplumunun yeniden doğuşunu ve dayanıklılığını da vurgulamayı amaçlıyor.