“Yaşamak için zaman gerekir. Her sanat yapıtı gibi yaşamak da üzerinde düşünmeyi gerektirir.”

Albert Camus

GERTRUDE STEIN’IN SANAT DÜNYASI İÇİN ÖNEMİ

Gertrude Stein, 3 Şubat 1874’te Amerika’da üst sınıf Yahudi bir ailenin 5 çocuğundan en küçük olanı olarak doğdu. Evlerinde Almanca ve İngilizce konuşuluyordu. Gertrude Stein, 3 yaşında ailesi ile Viyana’ya ve ardından Paris’e taşınıp bir yıl sonra, 1878’de, Amerika’ya geri döndü. Stein edebiyata ve sanata hep ilgi duydu.

Ancak, sanat onun döneminde modernizmin yükselişine şahit olmasına rağmen, kadınların özgürleşmeye başlaması ve kamusal alanda daha aktif hale gelmesi 20. yüzyılın ilk on yılına kadar sürdü. Amerikalı yazar ve sanat koleksiyoncusu Gertrude Stein söz konusu dönemde sağlam bir kariyer oluşturmayı başaran çok etkili birkaç kadından biriydi.

Gertrude, kadın modernist bir edebi öncü ve Paris’teki I. Dünya Savaşı öncesi sanat çevrelerinin önde gelen figürüydü. Sık sık sergileri ziyaret eden, sanatçılarla tanışan ve eleştirmenlerle konuşan kardeşi Leo Stein ile Gertrude, 1904’te koleksiyona başladı. Aldıkları ilk resimler arasında Cézanne, Gauguin’in Ayçiçekleri ve iki Renoirs vardı. 1906’ya gelindiğinde, Stein kardeşler çok sayıda resme sahipti ve bu artık etraflarında bir heyecan yaratıyordu. İnsanlar bu resimleri görmek istiyordu. Bunun üzerine Stein, Ernest Hemingway, Pablo Picasso, F. Scott Fitzgerald, Sinclair Lewis ve Henri Matisse gibi hem edebiyat hem de görsel sanatta modernizmin önde gelen taraftarlarının bir araya geldiği bir salon kurdu. Gertrude’un ‘Cumartesi akşam salonları’, insanların, topladığı resimleri görmek için ziyaret etmesiyle başladı. Daha sonra salon Matisse sayesinde insanlarla dolup taşmaya başladı. Stein evindeki toplantılarda modernizmi tanımlamaya yardımcı olacak yetenek ve düşüncedeki insanları bir araya getirirken kitaplarını da yazmaya devam etti.

Benim Gertrude Stein ile tanışmam ise Londra’da yıllar önce tesadüfen gittiğim bir sergi ile oldu. Sergi öyle bir rağbet görüyordu ki, insanlar müzenin önünde saatlerce beklemeye razı idi. Sergi, Stein’ın koleksiyonları, yazdığı kitapları, ünlü ressamlara verdiği destekleri, mektupları, yaşadığı dönemin pek de tarzı olmayan cesur modern evleri ile kronolojik sıralanmış resimlerle inanılmaz kapsamlı ve hayranlık verici idi. Sergiyi bitirdiğimde başa dönmek istediğimi hatırlıyorum.

Gertrude bana şunu düşündürmüştü: O gün kimseden takdir toplamayan ve hatta dışlanan Toulouse-Lautrec, Pierre Bonnard, Paul Cézanne, Pierre-Auguste Renoir, Honoré Daumier, Henri Matisse, Pablo Picasso, Henri Manguinand gibi ressamlara hangi motivasyonla destek vermiş ve onlarda ne görmüştü? Bu, sanırım hepimizin dünyaya ve yeniliklere açık olması gerektiği ile ilgili bir ders. Onun destek verdiği sanatçılar bugünün yerine konulamamış ve kariyerlerinde en yüksek onuru gören sanatçılar. Gertrude dünya görüşü açık bir entelektüel miydi, risk alan bir yatırımcı mıydı, yoksa yetiştirildiği ortamın ona getirdiği özgüven mi ona gördüğüne inanma cesareti vermişti. Şurası kesin ki, o çok ileri görüşlü bir beyin idi. Kendisi bugün halen, sanat çevrelerinde modernist akımın öncü destekleyicisi olarak addedilir.

YAHUDİ RESSAMLAR

Camille Pissarro

Camille Pissarro 1830’da ABD’ye bağlı Virgin Adalarında Sefarad kökenli bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. On iki yaşına kadar doğduğu şehirde yaşayan Pissarro, daha sonra yatılı bir okula devam etmek üzere Paris’e gitti. Babasının onun ressam olma hayallerine engel olmaya çalışmasıyla Danimarkalı ressam Fritz Melbye ile birlikte Venezuella’ya kaçtı ve iki senenin ardından tekrar Paris’e dönüp eğitimine devam etti.

Hocaları arasında olan Camille Corot, Pissarro’yu sanat yaşamının ilk günlerinde en çok etkileyen isim oldu. İlk dönem çalışmalarının en başarılıları, palet bıçağının yardımıyla yaptığı genişçe boyanmış, çoğunlukla hocası Courbet’den esinlenerek çizdiği doğa manzaralarıydı. Bu eserlerde, izlenimciliğin ya da empresyonizmin başlangıç aşamaları fark edilebilir.

19. yüzyılda ortaya çıkan empresyonizm, doğadaki unsurların, kişinin içinde oluşturduğu izlenimleri ve duygusal izleri yansıtmayı hedefler. Yani sanatçı doğrudan doğruya gerçeği değil, gördüklerinin kendisinde uyandırdığı duygu ve düşünceleri esas alıp yorumunu ön plana çıkarır.

Pissarro, Fransa köy ve şehir hayatına dair pek çok tablo yaptı. Olgunluk dönemi çalışmalarında ise işçilere ve köylülere olan sempatisi fark edilir. Akımın diğer önemli isimleri olan Monet ve Sisley gibi isimlerin aksine su ve ışığın sudaki yansımalarının etkisi yerine kuru yerleri resmeden ressam, renkten çok yapı ve biçim üzerinde durdu. Köy ve kırsal yaşam ise tablolarındaki ana temalardı. Sanatçı, yaşlılığında, Cézanne ve Gauguin’e de akıl hocalığı yapması ile bilinir. Cézanne’ın Pissarro’nun etkisiyle donuk renkleri bırakarak izlenimcilerin tercih ettiği parlak renklere geçtiği bilinmektedir. İzlenimci sergilerde de yer alan Pissarro, her ne kadar akımın en tanınan ismi Monet olsa da bu tekniği geliştiren ilk isimdir.

Ressam, 13 Aralık 1903’te Paris’te vefat ettiğinde çok az tablosunu satabilmişti. 2005 yılında ise bazı çalışmaları ABD’de 2 ile 4 milyon dolar arasındaki fiyatlara alıcı buldu.

Marc Chagall

Dokuz kardeşin en büyüğü olan Moishe Marc Chagall, 7 Temmuz 1887’de Dvina Nehri üzerinde küçük bir Rus şehri olan Vitebsk’te dünyaya geldi. Orta halli bir ailenin oğlu olan Chagall, Yahudi olması nedeniyle zor şartlar altında büyüdü. Yaşadığı mahalle, Chagall’ın her zaman sevgiyle anımsadığı masalımsı çocukluk dünyasıydı.

Chagall, 20. yüzyılın uluslararası üne sahip en etkili modernist sanatçılarından biriydi. Hem modernist hem de Yahudi sanatsal geleneğinin önemli bir parçası olarak kendini birçok arenada ayırt etti. Ressam, kitap illüstratörü, seramikçi, vitray ressamı, sahne seti tasarımcısı ve goblen yapımcısı olarak isim yaptı.

Chagall’ın Hasidik ebeveynleriyle birlikte geçirdiği erken hayatı, ömrü boyunca çalışmaları üzerinde güçlü bir etkiye sahip oldu. Nereye giderse gitsin, mistisizmi ve dinî kökenlerini içten anlaması ve sempati duymasını sağladı. Yeni fikirlere açık olmasına ve erken savunucusu olduğu modernist tarzın birçok unsurunu kucaklamasına rağmen, erken yaşamının hayalleri ve gerçekleri estetiğinin çekirdeğini oluşturdu.

Çalışmalarının çoğu geleneksel Yahudi mirasının derin, içsel anlayışı ile modernizm arasındaki ikililiği içerir. Chagall’ın eserleri, ustaca bir renk anlayışı ve derin bir duygusal yaratımı gösterir ve belki de bu yüzden bugün hala bu kadar popülerdir.

Renk ve sembolizmi ustaca kullanması döneminin sanatçıları tarafından da şiddetle övüldü. Picasso bir konuşmasında Matisse öldüğünde, Chagall’ın rengin ne olduğunu gerçekten anlayan tek kişi olacağını söylemiştir.

Yoel Benharrouche

1961’de İsrail’in Beersheba şehrinde doğan Yoel Benharrouche, çocukluğundan itibaren dinî eğitime bağlı, tam bir maneviyat içinde oldu. Sanat çalışmalarına1974’te gittiği Nice’te devam etti. Benharrouche, kübizm ve gerçeküstücülük gibi yüzyılın başındaki hareketlerden etkilendi. Yahudi geleneğinin temel metinleri hakkında edindiği derinlemesine bilgileri resim ve heykelleri için ilham kaynağı olarak kullandı. 1993’te İsrail’e geri döndü.

Yoel Benharrouche’nun eserleri izleyicileriyle derin bir manevi bağlantı kurar. Resimlerinde maddesel ve mistik dünya arasındaki ikiliği betimlerken, eserlerindeki hareketin akışkanlığı, izleyicisini bir fikre yöneltmek yerine kişinin kendi anlamını bulması için alan sağlar. Eserleri lirik bir tarz ile “Cennet ve Dünya” arasında bir bağ kurar gibidir ve insanı içten gelen bir sevgiye teşvik eder.

Ben dünyanın birçok yerinde rastlayacağınız ve sanatçının tablolarının temsilcisi Eden Gallery’i her gördüğümde tabloları seyredebilmek için müthiş bir çekim hissederim. Sanatçının eserlerini izlerken kendimi tanrısallıkla bir bağ kurmaya çalışırken bulurum. Benharrouch’un sergilerini incelediğinizde “size huzur veren” mesajlarını hissedeceğinize eminim.

ÜNLÜ YÖNETMENLERİN “EN İYİ’’ DEDİĞİ FİLMLER

Quentin Tarantino

The Good, The Bad & The Ugly (1966, Sergio Leone)
Apocalypse Now (1979, Francis Ford Coppola)
The Bad News Bears (1976, Michael Ritchie)
Carrie (1976, Brian DePalma)
Dazed and Confused (1993, Richard Linklater)
The Great Escape (1963, John Sturges)
His Girl Friday (1940, Howard Hawks)
Jaws (1975, Steven Spielberg)
Pretty Maids all in a Row (1971, Roger Vadim)
Rolling Thunder (1977, John Flynn)
Sorcerer (1977, William Friedkin)
Taxi Driver (1976, Martin Scorsese)

Woody Allen

Bicycle Thieves (1948, Vittorio De Sica)
The Seventh Seal (1957, Ingmar Bergman)
Citizen Kane (1941, Orson Welles)
Amarcord (1973, Federico Fellini)
8 ½ (1963, Federico Fellini)
The 400 Blows (1959, Francois Truffaut)
Rashomon (1950, Akira Kurosawa)
La Grande Illusion (1937, Jean Renoir)
The Discreet Charm of the Bourgeoisie (1972, Luis Bunuel)
Paths of Glory (1957, Stanley Kubrick)

Francis Ford Coppola

Ashes and Diamonds (1958, Andrzej Wajda)
The Best Years of our Lives (1946, William Wyler)
I Vitteloni (1953, Federico Fellini)
The Bad Sleep Well (1960, Akira Kurosawa)
Yojimbo (1961, Akira Kurosawa)
Singin’ in the Rain (1952, Stanley Donen & Gene Kelly)
The King of Comedy (1983, Martin Scorsese)
Raging Bull (1980, Martin Scorsese)
The Apartment (1960s, Billy Wilder)
Sunrise (1927, F.W. Murnau)

Martin Scorsese

8 ½ (1963, Federico Fellini)
2001: A Space Odyssey (1968, Stanley Kubrick)
Ashes and Diamonds (1958, Andrzej Wajda)
Citizen Kane (1941, Orson Welles)
The Leopard (1963, Luchino Visconti)
Palsa (1946, Roberto Rossellini)
The Red Shoes (1948, Michael Powell & Emeric Pressburger)
The River (1951, Jean Renoir)
Salvatore Giuliano (1962, Francesco Rosi)
The Searchers (1956, John Ford)
Ugetsu Monogatari (1953, Kenji Mizoguchi)
Vertigo (1958, Alfred Hitchcock)

Stanley Kubrick

I Vitelloni (1953)
Wild Strawberries (1957)
Citizen Kane (1941)
The Treasure of the Sierra Madre (1948)
City Lights (1931)
Henry V (1944)
La notte (1961)
The Bank Dick (1940)
Roxie Hart (1942)
Hell’s Angels (1930)