Yıllar oldu... Nişantaşı’nda Beymen’in tam karşı köşesinde Burgazada’sından Adnan Kenan kardeşlerin kuaför dükkânındayım, ortalık karışıveriyor birden. Bir cüzdan kaybolmuştur. Her taraf aranıyor, yok! Müşterilerden biri: “Bu semtte, sizin kalitenizde bir dükkânda ancak bir kleptomani olayı olmalı bu!” diye bir yorumda bulunmaya kalkıyor ki, Adnan dönüyor kadına, “Yok öyle hanımefendi” diyor, “fakir olunca hırsız, zengin olunca kleptoman, öyle mi? Hırsız hırsızdır, bu da düpedüz bir hırsızlık olayı!”
Buradan hareketle, toplumda, dolayısı ile dünyada, dolayısı ile de bizde çok eski ve çok yaygın bir araz’ı irdelemek istedim bu kez: Dolandırıcılık ve bu kez yukarıdaki konudan hareketle, şu soruya cevap aradım: Dolandırıcı da bir hırsız değil midir?
Dolandırıcılık, yankesicilik, hırsızlık... Hepsinin esası, insanın hakkı olmadığı bir ederi çalmasıdır. Sadece, eylemin yönteminde farklılık vardır ve bu farklılıklar, artık medeniyetin gelişmesi ile paralel demeyelim de, ötesinde bile bir zekâ gerektirmektedir.
Sümerliler arpayı, Romalılar tuzu kullandı, Lidyalılar ilk metal parayı basana kadar. Belki de o yıllarda dolandırıcılık bu değerler üzerinden yapılırdı? Örneğin; tuz veriyorum niyetine inceltilmiş deniz kumu ile dolandırılmış olabilir miydi acaba insanlar?
Ancak, varlığa sahip olmak zorlaştıkça, özellikle de bu asırda, hadi genç yaşta paraya para demeyen Bill Gates’i, Zuckenberg’i es geçeyim; biri çıkıp da Rubik’s Cube’u icat edip 2008’de 15 milyon adet satışa ulaşınca… Ya da ‘lak-lak’ diye bir şey çıkmıştı bundan 20-25 yıl önce hatırlayacaksınız, adada bir anda bütün çocuklar ellerinde birer laklak... Biz büyükler bile oynadık, alt tarafı birer çubukla bir halkaya bağlı iki top! Maliyeti ne ola ki? İşte bu tür pratik zekâ konusunda yetersiz olanlar, hızlı para kazanmak hayali ile her türlü medeni araç gereci kullanarak akıl-sır ermez dolandırıcılık sistemleri üzerinden para kazanma yoluna gittiler.
George C. Parker
Köprüler satışta…
Bizim Sülün Osman taşradan gelenlere Galata Kulesini, köprüsünü, tramvayları satarken, meğer bir tanesi New York özgürlük anıtını, Brooklyn Köprüsünü -hem de taksitle (!)- satan George C. Parker, diğeri de Eyfel kulesini satan Victor Lustig adlı iki meslektaşı (!) olmuş 1900’lerin başında.
Güney Zobu, namı diğer Raki’mize ise genelde yasa dışı işler yapanları dolandırdığı için uzun süre kimse dokunamadı. Zaten psikologların da fikir birliği yaptığı: dolandırıcılığın en büyük sorunu, insanların kandırıldıklarını itiraf etmekten kaçınmalarında yatıyor. O zaman da suça/suçluya ulaşmak çok daha zorlaşıyor. “The Independant”da gazeteci Felicity Hannah’a göre sahtekârlık mağdurlarının, kendilerini (%31) aptal, (%23) mağdur, (%13) çaresiz ve (%12) saf hissettiklerini tespit etmiş.
Hem de devletin kalbinde
İlk zamanlar bizde daha çok vasat zekâdaki insanların cahil taşralılar üzerinde denedikleri dolandırıcılık, yine vasat zekâdaki birinin hem de devletin kalbinde gerçekleştirmesi nedeniyle uzun süre gözden kaçtı. 1961’lerde yaşanan bu olay o devrin gazetelerinde de yer aldığı için arşivlemişim fi tarihinde; internette bulamadım, gazete arşivlerinden bulanınız olursa…
Bizim La casa de Papel
“La casa de Papel” dizisini seyredeniniz var mı? İşte o dizideki darphane soygununa, hiç değilse ucundan, bizim bir dolandırıcımız naçizane ilham vermiş olabilir mi dersiniz?
Kahramanımız Türkiye Merkez Bankasının içindeki darphanenin sıradan bir çaycısı! Gide-gele personelin baskı proseslerine aşina olunca, içine giren şeytana uyarak, öğlen molalarında ara verilen tutar ve seri numarasının devamında kendine para basmaya başlıyor. Paralar darphanede basıldığından, üstelik de belirlenmiş seri no’sunu takip ettiğinden kesinlikle yasal ve o günün şartlarında tespiti çok zor.
Yanlışlıkla tedavülde olmayan para bastı
Adamımız, kendi hesabına, üstelik de dikkati çekmemek için kendi köyünde, uzunca bir süre araziler satın alır. Ta ki… Son teşebbüsünde, makineler baskıya programlanmamıştır. Takip ettiği kadarı ile işi kendi tamamlamaya kalkar, ancak o yıllarda tedavülde olmayan bir değer basar. Örneğin 100 TL’lik banknotlar yerine, 150 TL’lik banknotlar basar ve arazi bedeli olarak yatırmaya gittiği bir Anadolu bankasında yakayı ele verir. “Bu kalpazanlık vakasının, hem de ülke darphanesinin içinden, üstelik de yasal banknotlarla yapılmış olmasının dünyada bir eşi daha yoktur,” diye de yorumlamış nakleden.
Bir bizden, bir onlardan
Dedim ya, yurt dışında milyon dolarlarla telaffuz edilen soygunların çok daha mütevazisi gerçekleşir ülkemizde. 1980’lerdeki yüksek faiz furyasında ortaya çıkan Banker Kastelli bir yıl içinde 550.000 kişinin 2,5 milyar dolarlık mevduatını yönetmeye başlamıştı. Verdiği faiz oranları yıllık enflasyonun tam dört katıydı. Kimilerine göre Kastelli bir dolandırıcı değildi. “Long Term Capital Management” (uzun vadeli sermaye yönetimi) denilen bir sistemin kurbanı olmuştu.
Banker Bako’muz Emlak Bankasını dolandırırken, Selçuk Parsadan, Tansu Çiller’in döneminde örtülü ödenek dolandırıcılığı ile gündeme geliyordu. Jet Fadıl’ımız vardı mesela, Erbakan’a yakınlığı ile bir dönem milletvekili bile yaptığımız.
Analitik, eleştirel ve mizahi bir bakış açısı ile Türk toplumunu anlatan Aziz Nesin’nin, kişisel dostluk kurduğu bir arkadaşıma tamamının gerçek olaylardan oluştuğunu itiraf ettiği, dolandırıcılık hikâyelerinden kotarılan “Selam’ün Kavlen Karakolu” adlı oyunu da bir o kadar gerçek o zaman! İki kafadar, mahallelerinde karakol kuruyorlar. İlk önce mahalleli, ardından da devlet bu sahte karakolun varlığına inanıyor. Hatta o kadar inanıyorlar ki, personel bile gönderiyorlar...
“Dolandırıcılar, sosyal mühendislik tarafları ve sezgileri güçlü insanlardır ve senaryolarını kişiye özel kurgulayıp çok ikna edici bir şekilde sunabilirler,” diyor Kaspersky Laboratuvarlarında danışman Emma Mohan-Satta. Herkes tuzaklarına düşebilir! Bunun ne zekâ ile ne yaşla ne de eğitim seviyesi, ırk, cins ile bir alakası yok!
Büyük oynayanlar
Nitekim Philip Arnold (1829-1878) oyunu büyük oynuyor. Wyoming’de bir arsaya serptiği sahte taşlarla ünlü Baron Rothschild ve Tiffany’nin sahibini de dolandırmayı başarıyor. 20. yüzyılın son yarısında kulaklarımızın aşina olduğu ‘saadet zinciri’nin ilk yaratıcısının Howard Welsch (1953-) olduğunu hangimiz biliyor ki? 1932 doğumlu Gerd Heidemann çalıştığı Stern dergisine, Adolf Hitler’in günlüğünü satmayı başarıyor mesela. Gördüğünüz üzere, yabancı dolandırıcılar bizimkilerin aksine öyle üç kuruşa parmağını bile oynatmıyor.
Anna Sorokin
Teknoloji ile birlikte dolandırıcılık da gelişiyor
Bilişim teknolojilerinin artan çeşitliliği ile dolandırıcılık yöntemleri de çeşitleniyor ve daha nitelikli bir yapı kazanıyor. 2013 yılında New York’a gelen, sadece 28 yaşındaki Rus asıllı Anna Sorokin’in olayı, insanların kandırılma konusunda ne kadar savunmasız kalabileceğinin bir göstergesi. Almanya’daki sözde mal varlıklarını teminat göstererek aldığı 100 bin dolarlık kredi ile 2017’de tutuklanana kadar ihtişamlı bir yaşam sürdürmekle kalmadı, hayatının hikâyesini çekmek isteyen Netflix üzerinden hapiste bile para kazanmaya devam etti.
Öte yandan Anna ile aynı yaşlardaki bizim dolandırıcımız Mehmet Aydın ise “Çiftlik Bank” projesi ile topladığı 500 milyon TL üzerindeki parayla daha uyanık davranıp Uruguay’a kaçarak kuyruğunu kurtarıyordu.
Dolandırıcılık sınır tanımayan bir çeşitliliğe sahip. İnsanın yeni dolandırıcılık yöntemleri icat etme konusundaki üretkenliği o kadar muazzam ki, kanunlar zaman zaman bunu tanımlamada yetersiz kalıyor.
2015 yılında Malezya başbakanının da istifasına neden olan ve uluslararası bankacılar, finansörler, danışman ve denetim şirketlerinin iş birliği ile Malezya yatırım fonundan iç edilen ve Paris Hilton, Kim Kardashian, Leonardo di Caprio’nun da katıldığı çılgın partilere harcanan 4,5 milyar dolarlık asrın en büyük finans skandalı da var.
Ne demiş şair?
“Bu dünyada her şey para,” demiş şair, “ekmek para, hava para, su para…” Hadi bir zamanlar biz İstanbullularda ağızdan ağıza yayılan ve basında rastlamayacağınız, sıradan, basit, ama iki büyük rakip şirketi birbirine düşüren yerel bir olayla son vereyim örneklerime: Günlerden bir gün, kerli ferli, Hulusi Kentmen tipinde bir bey, Beyoğlu Vakko’dan içeri girip, her katından ailesine, çocuklarına, torunlarına aklınıza ne gelirse üst-baş toplayıp, girişteki kasaya iniyor. O zamanlar çeklerle iş görülüyor ya, yüklü miktardaki çeki kasiyer kıza uzatıyor. Kasiyer kız, çekin cirantasını yapıp, usulen bankayı arıyor ama bankadan gelen cevap, çekin karşılıksız olduğu! Hop oturup hop kalkıyor ‘Hulusi Bey’. “Ver bakiim o çeki bana! Ben bankadan hesap sormasını bilirim!” deyip çeki kaptığı gibi fırlıyor dışarı ve doğru karşı sıradaki Beymen’den içeri giriyor. Oradan da yükleniyor yüklenebildiğince mal. Kasadaki kız, eline verilen Vakko cirantalı çekin nesini sorgulayacak? Ama vadesi geldiğinde, Vakko’dan ödemesi talep edildiğinde çıngar kopuyor elbette!
İnsanlar neden ‘kurban’ oluyor?
Times’de yayınlanan bir makale şöyle diyor: “İnsanlar neden mi dolandırıcılara kurban oluyor? İstiyorlar da ondan! Korku dolandırıcılığı (insanları bir yakını ile tehdit) dışında, her ne kadar vaat edilen, zaman-zaman uçuk kaçık gibi gelse de, sunulan beklentinin çekiciliği o kadar büyük ki, insanlar çoğu zaman, bu hayale gönüllü olarak inanıyor.
Kafasını vurup dururmuş bir sarhoş duvara.
“Hop arkadaş! Deli misin,” demişler, “Kafayı kıracaksın! Ağrımıyor mu yahu?”
“Ağrımasına ağrıyor ama iki vuruş arası öyle bir güzel oluyor ki!” demiş. İşte aradaki o baş döndürücü keyif var ya…
İnsanlık paraya esir olduğu müddetçe dolandırıcılık da var olacaktır. “Para ile saadet olmaz” diyenlere, “Olur” diyor çoğunluk. “Şöyle olur,” diye de bağlıyorlar: “Nedense bir ‘Lada’ içinde ağlamaktansa bir ‘Ferrari’ içinde ağlamak çok daha rahatlatıcı…”
“Sıra benim!”
Mr. Gülbenkyan vardı, mal varlığı dillere destan, Bakırköy’de dedemlerin mahallesinde. Gerçek Gülbenkyan ile akrabalığını bilemem ama, “Mr. Gülbenkyan, bunca mal, mülk, bunca para hepsi sizin mi?” diye sıradan insanların hem aklını hem çenesini yorarmış varlığı. Ya o olağanüstü bilgelikteki cevabı: “Sıra benim!”
Para, insanlara verdiği özgüven vasıtasıyla onları bilge de yapıyor anlaşılan! Yoksa, “Nasıl bu kadar fakirsin” diye sorulsa bir çulsuza, Hindistan dışında “Sıra benim” diye cevap verecek kimse yoktur kanımca!