“İstanbul Babil’dir, bir âlemdir, kâinatın yaratılmadan önceki karışıklığıdır. Güzel midir? Harikuladedir! Çirkin midir? Berbattır. Hoşunuza gider mi? Sarhoş eder. Orada yaşar mıydınız? Kim bilir! Bir yıldızda yaşayıp yaşayamayacağını kim söyleyebilir?” İtalyan yazar Edmondo De Amicis İstanbul kitabında bugünkü hissiyatımızı öngörmüş gibi işte böyle diyordu.

İstanbul’a gelen Batılı gezginler, görkemli kamu binalarının yanında evlerin döküntülüğüne şaşardı. Ahşap evler Bizans’tan beri kentin tipik özelliğiydi, dolayısıyla İstanbullular sürekli yangın tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Yanan evlerden fırlayan kızgın çiviler bomba gibi saçılır, alevlerin boşalttığı yerler bostanlık olurdu.

Tanzimat döneminde bürokrasinin bir işi de kâgir bina yapacak ve yangın duvarı örecek işçi yetiştirmekti, bu çabaya rağmen asıl can kaybı taş binalardaydı. 1870’teki Beyoğlu yangınında ahşap binalardaki tecrübeli insanlar fırlayıp kurtulmuş, kâgir binalardakiler emniyet hissiyle ağırdan almıştı.

İstanbulluların başı dertten hiç kurtulamadı. Kayıtlara geçen en yıkıcı depremlerden biri 1509’da gerçekleşmişti. Kubbeleri ikiye ayıran ve “küçük kıyamet” diye tarihe geçen depremin ardından, surların onarımı için İstanbul’a 80.000 asker getirtilmişti. Şehir sel ve hortumdan da nasibini alıyor, mahalleler yerle bir oluyordu. 1490 yazında kara bir bulut aniden şehri kaplamış, At Meydanı’nda barut deposu olarak kullanılan Güngörmez Kilisesine yıldırım düşünce, kubbe fırlayıp denize uçmuştu. 1563’te 74 yıldırım eşliğinde şehre düşen yağmur insan, hayvan pek çok kayba yol açtı, haliçte bir su kanalını yıktı. 1595’te doğal su kaynakları donmuş, soğuk yüzünden değirmenler dönmemiş, iki akçelik ekmek üç akçeye zor bulunur olmuştu. 1745’te çıkan fırtına Kasımpaşa’da 200 evi yıkmış, şehre tuzlu yağmurlar yağmıştı. 1785’te çatıları uçuran hortum, 169 kayığı batırıp Yedikule sahiline 3.000’den fazla ceset bıraktı. 1785-86’da yaşanan sel Üsküdar’daki pazar tezgâhlarını denize sürükledi. 1790’da yağmurun tuzu az ama şiddeti güçlüydü, can kaybına neden olan sele Ahmed Cavid’e göre Nuh Tufanı dense yeriydi. 1832’de gökten insan ayağı büyüklüğünde buz yağması İngilizlerin Children’s Friend dergisinde haber olmuştu.

Salgın

Sıhhi temizlikten söz edilemeyen şehirde sık sık salgın çıkardı. 1467 yazındaki veba salgınında günde 600 kişi ölüyor, cesetler gömülemeden kalıyordu. 1492’deki veba 17 günde 30.000 can almış, II. Bayezid Edirne’deki sarayına kaçmıştı. 1586’da şehri yine yoklayan veba, 1812’de bir günde 2.004 kişiyi öldürdü. Bazıları sıtma daha iyidir diye Anadolu yakasındaki yalılarına kaçtı. Salgınlar Sarayı da es geçmedi, I. Abdülhamid oğlunu çiçek salgınında kaybetti. 1870’teki büyük kolera salgınında, cenaze taşıyanların yarısı yollarda ölüyordu.

Dua ve büyüyle önlem

Deprem, sel, yangın, salgın derken korku ve ölümün sıradanlaştığı zamanlarda, İstanbullular dua ve büyüye sığınıyordu. Hastalıklar cinlerden bilindiği için üfürükçülere gidilir, dualar okutulur, muskalar yazdırılırdı. Bu zevat mezarlık, cami gibi yerlere yakın iş görür, bazıları eski mezarların üstüne sanduka kondurup sahte türbelerle müşterileri etkilemeye çalışırdı. Veba salgınında insanlar eve kapanır, mangalda süpürge çalısı yakar, eve giren eşyaları tuzlu suda bekletirdi. Bir diğer önlem, evin önünde reçineli odun dumanında tütsülenip, sokağa kapkara çıkmaktı. Veba yoğunlukla bekâr odalarının toplaştığı Üsküdar, Kasımpaşa, Galata, Sirkeci gibi semtlerdeydi. Bahçekapı’nın ünü o kadar kötüydü ki, İstanbullular semte “Melekgirmez” adını takmıştı. Vebanın faturası, “fisku zina”nın sebebi bekâr odalarına kesilince yıkım başladı. II. Mahmut boş kalan araziye Melekgirmez’in kötü ününü unutturmak için Hidayet adını vereceği bir cami yaptırdı. O dönem 500.000 nüfuslu kentte 100.000’den fazla can gitmişti.

Yangın

16. yüzyılda mahallelinin yangını söndürmeye çalışmadan kaçması fermanla yasaklanmış, her evde su fıçısı ve merdiven bulundurma şartı getirilmişti. Alevlerin yayılmasını engellemek amacıyla etraftaki binaları yıkma görevi Padişahın baltacılarındaydı. Padişah yangın söndürme işini bizzat yönetirdi. Yangın gece çıktıysa zatı haberdar etmek ayrı bir seremoniydi; bir cariye yangın alameti kırmızı sarık giyer, padişahı sinirlendirmemek için uyanana kadar ayağını ovuştururdu.

1766’da Haliç’in ağzında demirlemiş bir kadırga alev almış, sürüklenirken diğer gemileri tutuşturmuş, yangın karaya sıçramıştı; 5-6 saat içinde Cibali, Ayvanaray semtleri ve Tersane Kasrı küle döndü. 18. yüzyılda Lady Mary Montagu çoğu ailenin bir-iki defa yangın atlattığını söylüyordu. 19. yüzyılda ayda sekiz yangın yaşanıyordu; örneğin banker Yorgo Zarifi’nin büyük annesi evini beş kez kaybetmişti. 1870’te Pera’da çıkan yangın elçilikler dâhil semtin üçte ikisini yok etti. Yıkık evlerden kopan parçalar insanların üzerine düşerek ölümlere sebebiyet verdiği için binalar topla yıkıldı.



Tulumba ocağı ve yağmacılar

18. yüzyılda Nevşehirli Damat İbrahim Paşa, Fransız bir mühendisin icat ettiği tulumbayı değerlendirerek yeniçerilerle tulumba ocağını kurdu. 1826’da yeniçeri ocağının kapatılmasından sonra her mahalle kendi tulumbasını tedarik etmek ve birliğini kurmak zorunda kalmıştı. Bu birliğin ücreti, yanan veya tehlike atlatan evlerin sahipleri tarafından ödeniyordu.

Yangınlar bir yandan yağmacılara fırsat doğuruyordu. Yeniçeriler gelmeden ev sönerse veya yangın gündüz çıkarsa halk şükrediyordu; çünkü mallarını korumaya kalkanlar öldürülüyor, yanan maldan daha fazlası yağmacılarca çalınıyordu. 1870 Pera yangınında mülk sahipleri yağma yapmasınlar diye tulumbacılara rüşvet vermişlerdi.

İsyan

Başkent İstanbul, liman ve ticaret merkeziydi. 15 ve 16. yüzyıllarda Padişahlar nüfus artsın diye Anadolu’dan insan getirtirken sonra durum değişmiş, Anadolu’daki isyanlardan bunalan halk, kentin görece “güvenli” ortamına sığınır olmuştu. Tehlike arz ettiklerinden, kefil gösteremeyen işsiz göçmenlerin İstanbul’da ikamet etmesini yasaklamak işe yaramamıştı. Göçmenler arasındaki bekâr erkekler, vasıfsız işlerde çalışıyor, ayaklanmalarda boy gösteriyorlardı. Bu yüzden bekâr odalarının yıktırılması, vahşet ve fuhuştan yaka silkmiş halktan destek görmüştü. İstanbullulara hayatı dar eden diğer grup denizcilerdi. Kaptan-ı deryanın bir işi de denizcilerin Galata’daki kavgalarıyla uğraşmaktı. Sokaktaki kaos ortamı her tür zorbanın işine yarıyordu.

Yeniçeri isyanları İstanbul’un başkent olmasından itibaren şehrin yakasını hiç bırakmamıştı. Gerekçeleri maaşların azlığı veya düşük parayla yapılmasıydı. Ne sokaktaki adam güvencedeydi ne Saraydaki… Yeniçeri ve Sipahilerin siyasi ayaklanmaları değerli kelleleri de götürebiliyordu. Padişahlar taleplere boyun eğmenin getireceği tehlikenin farkındaydılar; bazen bir Vezirden vaz geçmek gerekiyordu; bazen iş Padişahın kellesine kadar varıyordu.

Yayılma döneminde seferler, savaşlar, talanlar sayesinde asker halinden memnundu; ne zaman ki akar yavaşladı, homurtular arttı. Tam zamanlı askerliği bırakınca şehirde bir meslek edinen yeniçeriler, 1792’de Haliç civarındaki iş yerlerinin %40’ını almıştı. Silahlı esnaf olma durumu suiistimali kolaylaştırıyordu. 1811’de Uzun Yako diye bir sarrafı öldürmekle tehdit edip para istediklerinde Yako onlara, “Beni ne zaman öldürürler ise üzerimde beş yüz kadar akça çıkar, boş çıkmazlar. Lâkin ben hayâtda iken bir kimesneye bir pâre vermem” diye bir not göndermiş, her nasılsa canını kurtarmıştı.

Devlet zayıfken keyfince terör estiren yeniçeriler, devlet güçlenince aynı şiddetle bastırılıyordu. Mısır, Napolyon’a kaptırılınca, orduyu hâle yola sokmak isteyen III. Selim’in başlattığı reform hareketi yeniçerileri öfkelendirmişti. Onlar açısından hayırlı olmasa da 1826’da II. Mahmud’un yeniçerilik müessesesini katliam yaparak ortadan kaldırması Vaka-i Hayriye diye bilinir.

Cellatlar

Canın hiç değer taşımadığı bu dönemde, devlet erkânı kısa ve acısız idam edilirken, sıradan insanların payına işkenceli bir ölüm düşerdi. Sahibinin statüsüne göre gümüş veya tahta tepsiye konan kelleler, Saray bahçesindeki ibret taşında sergilenirdi. Ordu mensuplarının başsız bedeni ayağına taş bağlanarak denize atılırdı. Hırsızlar ibret için soydukları yerin kapı önünde asılırdı. Katiller, casuslar ve korsanlar işkenceyle öldürülürdü. Bu mesleği, Sarayın cellatlar ocağında yetişen Çingeneler icra ederdi. Sıradan insanlarınkinin tersine, mezar taşları bile isimsiz, dümdüz yapılan cellatlar, sağken de topluma karışmazlardı. Öldürdükleri insanların eşyaları cellada kalır, uğursuz addedilen bu eşyalar cellat mezadında değerinin çok altında satışa çıkardı.

Keyfe keder uygulanan idamlardan hayvanlar da nasipleniyordu. Büyü çözen hocalardan biri maymunların fuhşa alet olduğunu okuyunca peşine taktığı güruhla Azapkapı’ya baskına gelmişti. Maymuncu esnafının dükkânları talan olmuş, “günahkâr” maymunlar ağaçlara asılmış, namus böylece kurtulmuştu.

Devlet

Halk yeniçeri, denizci gibi kriminal gruplarla yaşamaya cebelleşirken, Devlet de kendi meşrebine uygun önlemler alıyordu. Asayiş; gece bekçileri, yeniçeriler, ardından 19. yüzyılda kurulan polis teşkilatına emanetti. Cezalar dayaktan hapse, işkenceden idama kadar uzanabilirdi. IV. Murad gece tebdili kıyafet gezer, fenersiz dolaşanları oracıkta öldürtürdü.

Devlet taktiklerinden biri, grupları birbirine karşı kullanmaktı. Kanuni, yeniçerileri bekâr göçmenlerle tehdit ederdi. Fail araştırılmaz, suçlu-suçsuz herkes tutuklanırdı. Kanuni’nin bir şüphe üzerine seyyar satıcıları rastgele öldürtmesi müneccimbaşına göre bile şeriata aykırıydı. İzinli olmadıkları giysilerle dolaşan insanlar sokakta öldürülebilir, kuralları ihlal eden tüccar dükkânın önüne asılıverirdi. Fahişeler, erkeklerin bakışlarına karşı çuvalın içine koyulup ipe çekiliyordu. Müşterilere ise bu ceza verilmiyordu. 1596’da bir yeniçeri iyi bir ailenin oğlunu alıkoyduğu için topun ağzına yerleştirilip top ateşlenmişti.

Cezalar

Seçkin insanların cezaları daha insaflıydı, Yedikule zindanına kapatılırlardı. Cezalar Padişahın tercihine göre, daima esnek bir şekilde uygulanıyordu. 1540’larda Subaşı Kara Hızır’a gereken ödemeyi yapanlar, ceza idam bile olsa kurtulur, bir nedenle mimlenen masumlar ise suçlanmaktan rüşvetle sıyrılabilirlerdi. Zabıta, yakaladığı fahişeden haraç istediğinde, subaşına daha çok para vermek zorunda kalacağını bilen kadın itiraz edemezdi.

Bu ortamda insanlar şiddete uğrayan kendileri değilse kâh seyirci kâh katılımcı konumdaydı. Kim vurduya giden de çoktu. Ramiz Paşa yeniçerilerin toplandığı Ağakapısını topa tuttuğunda, toplar hedef dışındaki bölgeleri vurmuş, çatışmayı seyreden halk büyük kayıp verince, destekleri yeniçerilere yönelmişti. Halk, Patrona Halil İsyanında öldürülen Damat İbrahim Paşanın cesedine de, I. Mahmud’un öldürttüğü Patrona Halil’in cesedine de aynı merakla bakıyordu. Ahali bazen de kendi meselesini kendi hallederdi: 1810’da yeniçeri zulmüne karşı birleşen Yahudiler, kolluğa saldırmış, sonrasında bazıları idam edilmişti.

Fuhuş

İtalyanca “balo” kelimesinden gelen “balozlar” 1860’dan itibaren 60 sene kadar zamparaları ağırlayan ilk pavyonlardı. Müşteriler denizciler, serseriler, berduşlar, katiller, hırsızlardı; doğal olarak vukuatsız gece yoktu. Balozlardan birinin sahibi Madam Bela, adı gibi bir kadındı. Sevgilisi İstavro’nun, kaçamak yaptığı kadını bıçakladığında bile olaydan sıyırabilmiş, ama bir şeyhin oğlu otelinde öldürülünce sınır dışı edilmişti. Rivayete göre balozu yanıp kül olunca mahzeninden kafatasları, kemikler çıkmıştı.

Fuhuşla mücadele mahallede başlardı. Zaptiye baskın sonrası şahısları karakola götürme kısmına müdahil olurdu. Müslüman kadınların çalıştığı genelevler Aksaray, Üsküdar, Küçükpazar’da, gayrimüslim kadınların genelevleri ise Beyoğlu ve Galata’daydı. Avrupa tarafında bu işler risksizdi, Anadolu tarafında ise zamparalık don paça sokağa atılmak, falaka, gözaltı hatta sürgünle sonlanabilirdi. Fuhuşun tarafları Müslüman kadın ve gayrimüslim erkekse ceza taşlanmaktı. İlk recm 1680 tarihliydi, bir yeniçerinin karısı Ayşe, Mihael adlı Yahudi bir gençle basılmıştı. Bir diğer vakada ise Ermeni bir gençle yakalanan kadın denize atılmıştı. Adamlara ne olduğu kitapta yazmıyor.

Orhan Pamuk’un İstanbul -Hatıralar ve Şehir kitabından…

1852’de Theophile Gautier İstanbul’dadır. Beyoğlu mezarlığında oturmuş şiir yazarken Haliç’te bir boya fabrikasında çıkan yangına şahit olur. “…Gautier bir ressam gözüyle Haliç’teki gemilerin gölgelerine, yangını seyreden kalabalığın dalgalanışına ve alevlerin yuttuğu ahşabın ve binaların yıkılırken, çatırdayış seslerine de dikkat eder. Bir süre sonra yangın yerlerine tekrar gider ve yangından kaçırabildikleri halılar, şilteler, yastıklar, kap kacak ve diğer mallarla iki gün içerisinde yaptıkları barınaklarda yaşamaya çalışan yüzlerce ailenin başlarına geleni ‘kader’ diye kabullenişini bir Türk-Müslüman özelliği diye görmeye çalışır.”

Balta olmak deyimi nereden gelir?

“Balta asmak”, yeniçeri ocağının bozulmaya başladığı III. Selim döneminden itibaren uygulanan haracın adıydı. Ocağa yazılmak kolaylaşınca, kolay para peşindeki kişiler, bir yeniçeri ortasına kapılanıp mahallelerde çeteler oluşturmaya başladı. Her ortanın gidip geldiği bir kahvesi bulunur, kahvenin üst katında çete üyeleri yatıp kalkardı. Ortaların orduda yaptıkları işleri gösteren kılıç, top, mızrak gibi simgelerine balta denirdi. Çete üyeleri baldır ya da kollarına, bağlı oldukları ortanın dövmesini yaptırırdı.

Limana demirleyen bir gemiye balta asılması, kazançtan pay alınacağını gösterirdi. Bir hikâyeye göre Karamürselli bir tüccar, malların satışından düşülen “sözde harcamalardan” sonra üste para vermek zorunda kalmış, adamcağız ibret olsun diye hesap pusulasını kahvehane duvarına asmıştı. İnşaata asılan balta ise ortanın amelelerinin iki kat yevmiyeyle çalıştırılacağı, malzemenin ortanın belirlediği esnaftan alınacağı anlamına gelirdi.

O dönem güçsüzlere mal muamelesi yapıldığından, kabadayılar beğendikleri kadın veya oğlanlara, ortanın baltasının işlendiği bir peşkir, mendil veya yelpaze verirdi. Koruma altına giren kadın veya oğlanlar bedava alışverişi fazla abartırsa Ağakapı zindanında zabıtalar tarafından boğdurulurdu.

Kaynak

https://www.milliyet.com.tr/gundem/40inci-yilinda-independenta-faciasi-6081006

https://www.sabah.com.tr/yasam/2014/10/15/garipoglunun-mezar-tasi-neden-isimsiz 

http://kitap.ykykultur.com.tr/yky/kitaplar/istanbul

İlber Ortaylı, İstanbul’da Sayfalar, Hil Yayınları, 1987

Uğur Aktaş, Gayrimeşru İstanbul, Cumartesi Kitaplığı, 2018