Wittgenstein ile tanışmamız 80’lere uzanıyor. Adını ilk kez, hocamız, Meral arkadaşımla bana Tractatus sunumunu verdiğinde duyduk. Koca filozofların anlamakta zorlandığı kitabı bize nasıl emanet etti? Bize ne kastı vardı, bilmiyorum. Bütün iyi niyetimizle çalışmaya başladık, bitirdiğimizde beynimizden dumanlar tütüyordu.

Mecburen, anladığımız kadarını -yani hiçbir şey- sınıfa anlattık. Hoca birkaç soru sordu. Tractatus’taki bir cümleyi uyguladık: Konuşamayacağın yerde sus. Bu hezimetin getirisi nedense kafama kazınan “Dünya olduğu gibi olan her şeydir” önermesiydi. Oruç Aruoba’ya göre önermeler tek başlarına sıradan ve boş görünebilir, “bu kavramanın çerçevesi, ancak kendimizin kurabileceği bir çerçevedir”.


Aile fotoğrafı, Viyana 1917. En sağdaki üniformalı Ludwig 

Ailesi
Avusturya Macaristan İmparatorluğunda Rothschild’lerden sonra ikinci zengin aile Wittgenstein’lardı. Çelik kralı Karl ve eşi Leopoldine Wittgenstein’ın kapısı sanatçılara ve entelektüellere hep açıktı. Müzik, resim ve tiyatro ile dolu evde bütün çocuklar sanatla iç içeydi, özellikle müziğe yetenekliydiler. Dokuz çocuklu ailenin hayatı gösterişliydi, ama pek mutlu oldukları söylenemezdi. Beş erkek çocuktan üçü hayatlarına son verdi, ikisi hayatları boyunca intihar dürtüsüyle mücadele etti. Biri ünlü bir piyanist, diğeri felsefeci oldu. Sağ kalan üç kızdan ikisi evlendi. Aile Katolikti. II. Dünya Savaşı başladığında Avusturya’da yaşayan kız kardeşler, büyük büyükbabalarının ve anneannelerinin Yahudi olduğunu öğrenince işler karıştı. Dedeleri ismini değiştirmiş, babaanneleri ise Yahudilikten Protestanlığa geçmişti. Onları toplama kampına gitmekten koruyan aile serveti oldu. Ailenin statüsü “Yahudi”den “melez”e çevrildi. 1939’da Hitler benzer 2100 başvurudan sadece on ikisini kabul etmişti.


Wittgenstein ailesinin sarayı

Evin konuklarından Gustav Klimt kızlardan birinin portresini yapmıştı. Johannes Brahms ve Gustav Mahler aileye özel konser verirdi. Mahler evin en küçüğü Ludwig için “çok modern fakat aksi düşünen herkesle şiddetli tartışmalara giren biri” yorumunu yaparken sanki geleceği görmüştü. Çocuk büyüyüp üniversiteye gidince aynı durum Cambridge’te de ortaya çıktı; Wittgenstein, Ahlak Bilimleri Kulübü’ndeki tartışmalara hiç tahammül gösteremiyordu. Hocası Bertrand Russell’a zamansız ziyaretler yapıyor, onu reddederse kendini öldüreceğini söyleyerek eve giriyor, kendi kendine turlayıp, bağırıp çağırıp gidiyordu.


Gustav Klimt’in fırçasından Margaret Stonborough Wittgenstein

Ludwig Wittgenstein (1889-1951)
Şık, mesafeli, üstün Almanca konuşan ama kekeleyen Ludwig, lisede arkadaşlarının alay konusuydu. 1904-5 yıllarında Hitler’le aynı okulda yolları kesişse de tanıştıklarına dair bir kanıt yok (Google’daki fotoğraf Wittgenstein okula başlamadan önceye 1900-1901’e tarihleniyor). Üniversite çağına gelen Wittgenstein, mühendislik okumak üzere önce Berlin’e, daha sonra Manchester’a gitti. Uçurtma ve uçak pervanesi tasarımı üzerine çalışırken zamanla İlgisi matematiğe ve felsefeye kaydı. 1921’de Cambridge’te başladığı ünlü kitabını cephede bitirdi.


Cambridge’teyken

I. Dünya Savaşında adeta koşa koşa gönüllü yazılmış, ayrıcalıklı muamele görmek istemediğinden er olmuştu. Belki intihar eğilimden dolayı, cephede cesareti ve soğukkanlılığıyla biliniyordu. Tehlikeli görevlere talip olduğu halde, mühendislik eğitimi nedeniyle önce cephe gerisine çalıştıysa da ısrarlarını sürdürüp gözcü grubuna girmeyi başardı. Beklediği tehlike onu buldu ve İtalyanlara esir düştü. Tractatus’u yaklaşık bir yılını geçirdiği esir kampında tamamladı.

Kitabını bitirince felsefi meseleleri çözdüğüne ikna olarak akademik ortamı bırakmış ve Avusturya köylerinde öğretmenlik yapmaya başlamıştı. Dersi anlamayan öğrencilere şiddet uyguladığı için velilerden ve okuldan tepkiler gelince öğretmenliği bıraktı. Tractatus’un aynı zamanda bir ahlak kitabı olduğunu söyleyen filozofumuza vicdanı rahat vermemiş olmalı ki, sonradan tekrar köye dönüp çocuklardan özür diledi. Muhtemelen öğretmenlik mesleğinin etkisiyle çocuklar için imla ve telaffuz sözlüğü hazırladı. Tractatus dışında hayattayken basılan ikinci kitabı bu oldu.

Felsefeden uzaklaştığı dönemlerde manastırda bahçıvanlık, hastanede hademelik yaptı. Ailesinden para almıyordu, çünkü kazanmadığı parayı harcamak ahlak anlayışına sığmıyordu. Babasından payına düşen mirası kardeşlerine ve Rilke, George Trakl gibi sanatçılara bağışladı. Eski bir ceket giyer, kravat takmazdı. Pek eşyası yoktu, basit yaşardı. Kafasını dağıtmak için western seyreder ve polisiye roman okurdu. Hem kadınlar hem erkeklerden hoşlanırdı. Kaba saba davranışları, aşırı dobralığı, öfkesi yüzünden akademik ortamla bağdaşamamıştı. Kişisel özellikleri nedeniyle bugün Wittgenstein’ın asperger sendromlu olduğu yorumları yapılıyor.


Bertrand Russell ilk tanıştığında Wittgenstein’ın deli olduğunu düşünmüş, çalışmasını okuyunca dâhi olduğunda karar kılmıştı

Felsefi görüşleri
Wittgenstein felsefesi iki dönemde inceleniyor. Birinci dönemini yansıtan Tractatus, hocaları Russell ve Frege’den öğrendiği mantık alt yapısına dayanıyor. Wittgenstein’a göre, felsefe önce bir mantık zeminini gerektirir. Mantık bir öğreti değil, dünyanın aynadaki görüntüsüdür, “mümkün dünya”yı anlamanın, onun sınırlarını ortaya çıkarmanın yoludur. Düşünebilmenin sınırları da “mümkün dünya”dır. Mutluluk, korku ve umutlardan uzak kalarak, dünyayı olduğu gibi görmektir. Mistik deneyimlerin anlatılması noktasında Tractatus’un son önermesi, konuşamadığımız konuda sessizliğimizi korumaktır.

Bilim adamı ve felsefecilerin kurduğu Viyana Çevresi, Tractatus’un temel tezlerini kendi felsefî amaçlarına uygun bulmuş ve savunmuşsa da kendi eseriyle ilgili fikrini değiştiren Wittgenstein’dır. Tuttuğu notlar Felsefi Araştırmalar (Philosophical Investigations) ve Kesinlik Üzerine (On Certainity) iki kitap olarak, öldükten sonra yayımlanır. Filozof, Tractatus’ta ulaştığı noktanın tam tersi bir yere varmıştır. İnsan doğduğunda kendisini bir topluluğun ve o topluluğun kuralları içerisinde bulur. Ortak bir dili kullanma ve kurallara uymanın nedeni, sadece “böyle” yaşadığımız gerçeğidir. İnandığımız, tek bir önerme değil, önermeler dizgesidir. Bu mirası oluşturan önermeler, doğruluklarına karar verilerek benimsenmediği için bir tür mitolojidir. Kuralların ve inançların arkasındaki “yaşam biçimlerimiz” kesin inançlara dayansa da bu inançlar temelsizdir. Kabaca birinci dönemde mantık, ikinci dönemde dil kavramı, filozofun inceleme konusudur.

Wittgenstein II. Dünya Savaşı dönemi hariç, hayatını Cambridge’te geçirdi. Tractatus 20. yüzyılın ilk yarısına damgasını vurduysa, 1953’te basılan Felsefi Araştırmalar da 20. yüzyılın ikinci yarısında, felsefe dışında bilişsel bilim, psikoloji, dilbilim gibi alanlara damgasını vurdu. Ne dindar ne din karşıtıydı, ilgilendiği tek şey tartışmaktı. Bir keresinde arkadaşına, “Ben günümüz insanından farklı düşünen, hayattan başka bir nefes alanlar için yazıyorum” demişti. 1951’de bir dostunun evinde ölmeden önceki son sözleri şöyleydi: “Diğerlerine söyle, çok harika bir hayatım oldu.”



Gülün Adı

Umberto Eco’dan saygı duruşu
Gülün Adı romanında çömez Adso’nun, üstadı William ile ilgili “elleri olmadan düşünemezmiş gibi görünürdü...” ifadesi, akla Wittgenstein’ın “Gerçekten kalemimle düşünüyorum, zira birçok durumda elimin ne yazdığını kafam hiç bilmiyor” cümlesini getirir. Romanın sonunda Adso “Şimdi bana kalan tek şey susmak” dediğinde, Tractatus Logico-Philosophicus’un sonundaki öğütle bağlantı kurmak mümkün. William manastır kütüphanesinin yanışını seyrederken isim vermeden yaptığı alıntıda der ki: “Sanki tırmandıktan sonra merdiveni devirip yıkması gerekir”. “Kim söylemiş bunu?” diye soran Adso’ya, William “Senin yurttaşın bir gizemci” cevabını verir. 1918’den gelen söz, 1327 yılına gayet güzel uyar. Umberto Eco, Wittgenstein’ı bir Ortaçağ gizemcisi gibi göstererek küçük, felsefi bir oyun yapar. Ortaçağda geçen bir polisiyeyi felsefeyle şenlendirir.

Milimetre hesabı
Margarethe Stonborough-Wittgenstein, kardeşinden Viyana’daki evinin inşaatına nezaret etmesini istemişti. Mimarlıkla çok yakından ilgilenen ve dönemin mimarlarıyla görüş alışverişi yapan Wittgenstein, böylece düşüncelerini somutlaştırma şansı buldu. Mimar, aile dostu Paul Engelmann’dı, filozofumuz da sadece fikir verecekti; ama işe o kadar dâhil oldu ki, mimar aileyle ilişkileri açısından işi bırakmayı tercih etti. Wittgenstein önce bütün süslemeleri attı. Kilitleri, mandalları, su ve elektrik tesisatını tasarladı, malzemenin en kalitelisini tercih etti. Kız kardeşi, onun, yarım milimetrik sapmaları bile affetmediğinden bahsediyor. Birkaç santim kaymış bir pencere yüzünden tüm duvarı yıktırması, ev bitmek üzereyken kafasındaki oranlara uydurmak için zemini 30 milimetre yükseltmesi saplantılarının örnekleri… Kapı tokmaklarını tasarlamak bir yılını aldı, her bir pencere çerçevesi 150 kilogramdı. O da sıkıldı herhalde, çünkü mimarlığın felsefeden zor olduğunu itiraf ettiği söyleniyor.



Akademisyen Paul Strathern’dan gelen yorum ise şöyle: Camlardan birini diyagonal olarak kesen bir merdiven gördüm. Bir kadın merdivenden inmeye başlamıştı, kendimi onun eteğinin altına bakarken buldum. Anlaşılıyor ki, detaylara olan saplantısı yüzünden mimar, insanların ihtiyaçlarını tamamen göz ardı etmiş ve bu yapısal gaf gözünden kaçıvermişti.

1928’de biten evde Margarethe Stonborough-Wittgenstein 1939’a, ABD’ye yerleşene kadar yaşadı. Savaşta askerî hastane olarak kullanılan bina, o dönemde kimsenin ilgisini çekmemişti. Evin kaderi 1971’de satışa çıkınca değişti. Tarihçiler ve mimarlar satışa karşı çıktı. Bulgaristan devleti binayı 1975’te kültür merkezi haline getirdi.

Kaynaklar:
https://en.wikipedia.org/wiki/Ludwig_Wittgenstein
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/447713
House of Wittgenstein's sister - Data, Photos & Plans - WikiArquitectura
Ludwig Wittgenstein Kimdir?, Felsefe.gen.TR
Wittgenstein: Dahinin Görevi 1.Bölüm: Prensese Mektuplar
h.Erdem Adalı: Wittgenstein Evi (erdemadali.blogspot.com)
Oruç Aruoba, de ki işte, Metis Yayınları, 1990