Jale Elhadef ile raflarda çok taze yerini alan romanı “Mavi Gelincik” hakkında sohbet ettik…

Mavi Gelincik’i yazarken amacınız neydi?
Eş zamanda yaşanabilecek, iki kutup kadar farklı hayatlara dikkat çekmek istedim. Yazım dilini belirlerken; bahane üretip okumayı sürekli reddeden bir kitleyi hedef aldım. Köle misali, uyuyana kadar “mavi ekran” şiddetine hapsolan taze beyin hücrelerini bu esaretten kurtarmaktı amacım. Günün kaosuna mola verme ihtiyacı duyduklarında; keyifle vakit geçirecekleri, akıcı, okurken yazarla birlikte hareket edecekleri bir macerada bulsunlar istedim kendilerini.

 

Kim, nerede, ne zaman, nasıl işleniyor roman?
Anadolu’dan İstanbul’a okumaya gelip, kendini yoktan var eden bir genç kız Deniz. Ailesinden öğrendiği yöntemle ağırlıklarından kolayca kurtuluyor. Hayatını 10 yıllık dönemlerde yeniden şekillendiriyor. Deniz her nerede nefes alıyorsa biz de onunla birlikte nefes alıyoruz. İstanbul, Milano, Cape Town hiç olmadığı kadar yakınımızda. 50 yıllık ömründe, kâh dudakları gülümseten kâh kaşlarımızı çattıran hatıralarla düne iz vuran olayların içinden geçiyoruz. Bazen canım memleketimde bazen dünyanın adını bile duymadığınız deliğinde… Nasıl’ın detayını okuyucuya bırakalım isterseniz…

Neden Mavi Gelincik?
Bizi mutlu eden şeyleri seviyoruz. Eğer zihinsel bir rahatsızlığımız yoksa insanın doğasında var bu beklenti. Diğer tarafta da hayatın gerçekleri… Pek çoğumuzun görmekten kaçtığı; kontrolsüzce artan psikolojik şiddet, çarşaf altına sıkışmış sırlar, yakamızdan düşmeyen bıkkınlıklar, kalpteki ağırlıklar, çizik ruhlardaki yorgunluklar, yüklenen zorunluluklar, kaçamayıp taşımak zorunda olduğumuz çetrefilli roller…
Deniz herkesten çok farklı. Yüklerinin altında ezilmiyor. Sorunu görüyor, kaynağını kurutmaya karar verip çabucak çözüyor. Akşamdan sabaha bütün ağırlıklarından kurtuluyor. Günah diye tanımlanan çıkarımlar, kabullenilebilir ve hatta hak görülür mü bir kere daha düşünmeye sevk ediyor bizi “Mavi Gelincik”.

Roman karakterlerini belirlerken ne düşünüyorsunuz?
Kurguyu belirlerken şekilleniyor karakterler. En heyecanlı süreç benim için. Olay ya da hikâye kimi zaman çok sevdiğim bir dostumun önerisi ile bile şekillenebiliyor. İlk romanım öyle doğdu mesela. Şimdi üzerinde çalıştığım romanım da öyle. Hikâyeler hepimizin hayatında bir kesit ya da sürecin parçası. Önemli olan onu kendi bakış açımla yeniden yoğurabilmem. İçine acısı tatlısıyla değişik lezzetler katmam dahası farkındalık yaratabilmem. Okunup rafa kaldırılan kitaplar gibi olmasın, birinin kalbine değmek aklına girmek istiyorum. Düşündürmek…
Okuyucu kendinden bir renk bulsun okurken. Sürüklenip savrulmasın, etrafında olup bitenlerin alt katmanlarını görsün, kendine bir kazanım çıkarsın. Hayat yaptığımız hatalardan ders almak üstüne geçmesin, okuyarak başka hayatları tanıyalım, kendimize paye çıkaralım, katma değer sağlayalım. İyi ya da kötü, herkesin kendi payı için uygun gördüğü kadar olsun bu bana yeter.
Çok özenilen, yerinde olmak istediğimiz karakterlerin yanı sıra arızalı tipler yaratmayı seviyorum. Onları kusurları ile sevmeyi öğrenelim. Onların hatalarını görmezden gelmek bizi rahatsız etmesin mesela. Standarda oturtulmuş, beklenti yaratan, klişe olmuş işlerden ziyade özgürce yaratmayı seviyorum. Kutunun dışından bakabilmek, resmin bütününü görmek, detayda boğulmamak…
Okurken beni ne mutlu ediyorsa yazarken de ona dikkat ediyorum. Okuyucuyu ters köşeye yatırmaktan ziyade rahata alışma rutinini kırmak istiyorum. Heyecanla kitabı eline alsın, sayfaları merakla çevirsin.
Hikâyenin gereği: “…geldi, aldı, verdi, gitti, bitti…”den ziyade örüntü sürecine tutunsun kahramanlar. Karakterlerin fiziki özelliğinden ziyade özü, kişiliği, mizacı ile yüreklere kazınsın. Sevilsin ya da nefret edilsin fark etmiyor. Yoktan var ediyorum onları. Çok hassas, sistemli bir çalışma süreci gerekiyor kelimelere dökülmeden önce. Kişilik tahlilleri, aile geçmişleri… Hamilelik gibi bir dönem açıkçası sağlıkla ortaya çıkmaları, elime doğmaları. Allahtan dokuz ay beklemek gerekmiyor…

Kitap yazmak, oturduğun yerde, kâğıdı kalemi eline almakla olmuyor anladığım kadarı ile…
Yazma kısmı evet de, öncesinde çok çalışmak gerekiyor. Hikâye kısmı kafamda netleşince kurguyu şekillendiriyorum. Karakterleri çalışıyorum. Aslında sonu ilk günden belli gibi duruyor ama bazen yazarken öyle şeyler geçiyor ki aklımdan, kalemime ses geçiremiyorum. Durup bekliyorum, tekrar düşünüyorum. Çoğu zaman köpeğimi gezdirirken, bazen boncuk dizerken ya da resim yaparken düşüncelere dalıyorum. Onlarla yaşıyorum. Bütün taşlar kafamda yerli yerine oturunca tekrar yazmaya kaldığım yerden devam ediyorum.
Hareketi seviyorum. Seyahat etmek ya da yaşadığım yerde yeni yerler keşfetmek, dostlarla sohbet etmek için buluşmak motivasyonumu artırıyor. Bu yazmama engel olmuyor. Aksine her yeni yer ayrı bir esin kaynağı. Hayat teknoloji ile daha kolay. Sürekli notlarımı almaya devam ediyorum.

Kitap yazmak yerine ne yapmak isterdiniz?
Yirmi yılı aşkın bir süre profesyonel yaşantıda bana sunulan görevleri yürüttüm. Açıkçası amacıma da ulaştım. Geçen süre içinde kendimi geliştirmek adına birçok alanda farklı çalışmalar yürüttüm. Resmin dallarında gezindim, sergilere katıldım. Kurumsal hayatı bırakınca ikinci kere üniversite okudum, yetmedi ilgi duyduğum alanlarda kendini kanıtlamış eğitim kurumlarında ek eğitimler aldım.
Bu arada hayatımın her dönemi bir şekilde hep yazdım. Çalışırken asıl görevim “insan kaynağı” yönetimi olsa da “kurumsal iletişim” kanadı da beraberinde benim sorumluluğumdaydı. Yani yazmak çalışırken de benimleydi. Şimdi olsa lisedeki resim öğretmenimi dinleyip “Güzel Sanatlar Akademisi”ne girerdim belki. Üretmek, yeni bir şeyler ortaya çıkarmak inanılmaz keyif veriyor.
“Unutulmuş Türk El Sanatları”ndan “ıslak keçe” üzerine çalışıp uygulamalı öğretiler (workshop) yapıyorum. Ürünlerimi “Kechie by Jale Elhadef” markasıyla hazırlıyorum. Her biri el emeği, tek, özgün aksesuarlar. Şapkadan şala, eldivenden çantaya… Düşünsenize kıldan tüyden kumaş dokuyup dikişsiz üzerinize giyiyorsunuz üstelik doğal, yüzde yüz yün… Kişi bildiğini paylaştıkça daha derin iz bırakıyor yaşama. Yazmaktan çok şükür hiç vazgeçmedim. Hayata bir daha gelsem muhtemelen “veteriner” olurdum. Beraberinde yine yazardım. Kim bilir belki patili dostlar için de bir şeyler karalardım.

Budapeşte’de yaşamak ve İstanbul’u özlemek nasıl bir duygu?
Hayatı sıfırdan sil baştan kurmak. Geçmişin izleri de beraber geliyor sanki.
Budapeşte çok güzel bir şehir. Orta Avrupa’da yaşanacak en güzel yer bence. İstanbul’a nazaran tam bir köy, şehir dediğime bakmayın. 20 milyona oranla 2 milyon bile değil nüfus. Yemyeşil. İnsanlar kuralcı, birbirine saygılı. Deniz olmasa bile Tuna Nehri var. Su, çok başka huzur veriyor insana. Eşimin işi gereği buradayız. Benim üretmek için nerede olduğumun bir önemi yok. İnsanın karşısına hayatı güzel kılmak için güzel kalpli insanlar çıkıyor ya da bir çocukluk arkadaşınızla seneler sonra bambaşka bir ülkede komşu olabiliyorsunuz. Yaşam güzel tesadüfleri beraberinde getirince büyük mutluluk.
İstanbul doğup büyüdüğüm içinde her daim kaybolmaktan neş’e duyduğum bir kaos. Açıkçası dönünce orada kalmak yerine yine kısa aralıklarla ziyarete gitmek ve denizi olan başka bir yerde yaşamak daha cazibeli duruyor. Hayat ne getirir ne zaman ne olur birlikte yaşayıp görürüz umarım.

Şimdi ne var önümüzde?
“Mavi Gelincik” çok özel bir roman benim için. Basit bir hikâyenin gölgesinde hem Türkiye hem dünya gerçeği var ardında.
Geçen yıl pandemi günlerinde kaleme aldığım bir “müzikal” projem var. Onu şekillendiriyorum. Paralelinde; yeni romanımın ön çalışması bitti, üzerinde ilmikleri atmaya başladım.
Üretmeyi seviyorum. Her biri hayata geçerken yeni fikirler tomurcuklanıyor aklımda. Hep daha iyi daha güzeli için çalışmaya devam.

Başarılar dileriz…