PSİKOLOJİ
Bir Dünyanın Sonu, İki Dünyanın Başı
2020 yılının başından beri bütün dünyamızı etkileyen bir deneyim yaşıyoruz: Korona virüsü salgını. Kış aylarında Çin’de başlayan bu salgın, zamanla Batı dünyasına yayıldı, tüm insanlığın savaştığı bir olaya dönüştü. Virüs dediğimiz gözle görünemez bir tehdit, her an her yerde olabilir, herkes tarafından taşınıyor olabilir, her an bizi vurabilir. Mikroskobik bir yaratık fakat -İtalya’da olduğu gibi- devletleri devirme gücüne sahip. İnsan üstü ve fantastik bir tehdit; en korkunç korku filmi canavarından bile daha korkunç.
Korona virüsü gezegensel bir travma
Korona virüsünü ve geçtiğimiz ayları gezegensel bir travma olarak düşünebiliriz. Psikolojik travma, zorlayıcı ve sıkıntılı bir deneyimden sonra zihnimizde yaşanan hasardır. Bu hasardan sonra zihin, travmatik olayda deneyimlenen duyguları ve düşünceleri tekrar tekrar yaşar. Travma geçirmiş insanın yaşayış biçimi değişmiştir; artık eskisi gibi düşünemez, sürekli yeni tehditlere ya da geçmiş tehdidin tekrarına karşı tetikte kalmak zorundadır.
Travma psikolojisini son zamanlarda yaşadıklarımıza rahatlıkla uyarlayabiliriz. Kendimden örnek vereyim. Etrafımda biri öksürdüğü zaman anında kaygılanıyorum, kapı kulplarına, asansör düğmelerine dokunmuyorum, sürekli ellerimi yıkıyorum, vitamin alıyorum, ateşimi ölçüyorum, “acaba hastalanıyor muyum?” diye düşünüyorum, geceleri iyi uyuyamıyorum, evden çıkmaya korkuyorum, virüs haberleri ve istatistikleri okuyorum, anneannem için endişeleniyorum. Kısacası, son zamanlarda Korona virüsü duygularımı, düşüncelerimi ve bedenimi rehin almış durumda. Ve işin ilginç tarafı, yaşadığım deneyimin bütün insanlık tarafından yaşandığını biliyorum. En son ne zaman dünyaca böyle bir ortak deneyim yaşadık bilmiyorum. Belki de hiç yaşamadık.
Bu korku ve travma sona ermek zorunda
Bu korku ve travma eninde sonunda sona erecek, ermek zorunda. Bunu bir şekilde atlatacağımıza içten inanıyorum. Fakat, her ne olursa olsun, alıştığımız dünyanın bu deneyimden sonra kökünden değiştiğini görebiliyorum. Korona virüs krizi hakkında benim düşündüklerim en başından beri uçlardaydı. “Millet ya çok abartıyor ya da yeteri kadar abartmıyor”, “ya bu olayı gözümüzde büyütüyoruz ya da hafife alıyoruz” diye düşünüyordum. Bugün yine aynı şekilde düşünüyorum. Bu felaketten sonra ya faşist bir dünyada ya da globalist, işbirlikçi, özgür bir dünyada yaşayacağımıza inanıyorum.
Bu iki uçtan birincisi ile başlayayım. Faşizm, aşırı milliyetçilik ve ırkçılık, “öteki”ne karşı paranoya ve şiddet, halkın sıkı yönetimle katı bir düzene sokulması, insanların her hareketinin gözetlenmesi, devletin agresif dış politikalar izlemesi ve kendini dış dünyaya kapatması olarak değerlendirilebilir. Son zamanlarda şahit olduklarımız, faşizmin birçok öğesi ile örtüşüyor. Örneğin, virüs Batı’ya yayılmadan önce Çinlilere ve Uzakdoğululara yoğun ırkçılık söz konusuydu. Asyalılara sokakta saldırılması, okullarda zorbalık yapılması, onlarla iş yapılmaması gibi olayları haberlerde sık sık okuyorduk. Fakat virüs bütün dünyaya yayıldıktan sonra paranoyanın hedefi “öteki”, Uzakdoğulular olmaktan çıktı, kendi vatandaşımız, komşumuz oldu. Herkes, “millet”, yani öteki, “kesin marketleri talan eder” diye düşünüp marketleri talan etti. Sonrasında ise devletler tarafından sıkı yönetim dönemi başlatıldı. Bu satırları yazdığım sırada haberlerde -Gezi eylemleri dönemini hatırlatan bir şekilde- restoranlar, barlar ve toplanma alanlarının kapatılması konuşuluyor. Bu sıkı yönetim, insanların bedenleri üzerinden de yapılabiliyor. Örneğin, Wuhan kentinde Çin ordusu insanların evlerinden çıkmasını engelliyor, devlet çalışanları kapı kapı dolaşıp insanların ateşini ölçüp hasta olanları karantinalara yolluyor. Benzer bir durumun yakın zamanda her ülkede gerçekleşebileceğini hayal etmek pek de zor değil. Sokağa çıkma yasaklarının başlaması, yurtdışı uçuşlarının durdurulması ve ülke sınırlarının kapatılması, faşizme doğru yol aldığımızın bir işareti olabilir. İşin acı tarafı ise bu sıkı yönetim ve kontrolün gerekliliği. Sağlığımız ve güvenliğimiz için gerçekten de bunlara ihtiyacımız var. Fakat bir ay gibi bir sürede yaşanan paranoya, korku ve kaybedilen özgürlükler, toplum olarak ne kadar kısa bir sürede faşizme doğru gerileyebileceğimizin kanıtı. Korona’dan sonra yaşayacağımız dünyanın, insanların sürekli kontrol altında tutulduğu, evlerinde izole yaşadığı, korku dolu bir dünya olma ihtimali var.
Bütün bunlara rağmen, başka bir dünya alternatifinin varlığına hala inanıyorum. Son zamanlarda en az korku kadar gözlemlediğim ve hissettiğim başka bir duygu da empati duygusu. Belki fiziksel olarak izolasyonda olsak bile herkes duygusal olarak birbirinin yanında. Herkes birbirini kolluyor, arayıp soruyor, destek oluyor. Örneğin yaşlılar ve kronik hastalar gibi toplumumuzun en savunmasız insanlarına destek oluyoruz, onları kolluyoruz. Kendimizin hastalanma ihtimali düşük olsa bile çevremizdeki savunmasız insanların kötü etkilenmemesi için evlerimize kapanıyoruz, maske takıyoruz, ellerimizi yıkıyoruz. Kısacası, toplumumuz tam anlamıyla çok başarılı bir seferberlik halinde. Ve bu seferberliği harekete geçiren empati, şefkat ve işbirlikçilik.
21. yüzyıl teknolojileri ile seferberlik
Bu seferberliğin bu kadar başarılı organize edilmesinin en büyük sebebi ise 21. yüzyıl teknolojilerinin doğru kullanımı. Örneğin şirketler çalışanlarının sağlığını korumak için evde internet üzerinden çalışmalarına izin veriyor. Bu anlamda iş yeri, ofis, plaza gibi mekânlar değişiyor, “iş” kavramı belki de daha özgürlükçü bir şekle bürünüyor. Ülke çapında okullar neredeyse bir hafta gibi kısa bir sürede bütün sistemlerini internet üzerinden eğitim vermeye adapte edebiliyorlar. İnternet üzerinden yapılan market alışverişleri ve yemek siparişleri her gün hayat kurtarıyor. Kendi mesleğimde de terapi seansları Skype, FaceTime, Zoom gibi uygulamalar üzerinden devam ediyor. Son 20 yılın teknolojileri, fiziksel olarak izole olsak bile hala birbirimize bağlı kalmamızı sağlıyor.
Uluslararası iş birliği
İşbirlikçiliğin, bağlılığın, teknolojinin doğru kullanımının ve kolektif eylemin uluslararası bağlamda da devam etmesi gerekiyor. Ülkelerin kendilerini kapatmak yerine, -tıpkı bizim komşularımızı, yaşlılarımızı, hastalarımızı kolladığımız gibi- birbirlerini kollamaları gerekiyor. Bu anlamda World Health Organization gibi global kuruluşlar ülkelerin organizasyonunu sağlamaya aday olabilir. Yeni teknolojilerin, tıbbi gelişmelerin, solunum cihazlarının, maskelerin ve ne gerekiyorsa onun dünya çapında paylaşılması gerekiyor. Devletlerin kendi halklarıyla ve birbirleriyle son derece şeffaf olması gerekiyor. Bu şartların sağlandığı yeni bir dünya, birbirine kenetlenmiş teknolojik bir ütopyadır. Yaşadığımız felaketten sonra bu ütopyada beraber yaşamamız için hiçbir engel yok.
Varoluşçuluk eylemseldir
Bu felaket sırasında aklım, varoluşçu psikolojiye ve Viktor Frankl’ın düşüncelerine gidiyor. Frankl’a göre, “insanlığın kalan son özgürlüğü, her durumda kendi tavrını, kendi yolunu seçebilmesi.” Bu anlamda varoluşçuluk eylemseldir; içinde olduğumuz durum kavranır, bu durum karşısında tavrımızın ne olacağına karar verilir ve ardından harekete geçilir. Korona virüs felaketi sırasında ve sonrasında tavrımız ve eylemlerimiz nasıl olacak? Marketlerdeki tuvalet kâğıdı stoklarını bitirmek mi olacak yoksa akılcı ve sakin davranmak mı? Basit önlemler almadan umarsızca dolaşmak mı, etrafımızdakileri kollamak mı? Çevremize paranoya ile mi yaklaşacağız yoksa işbirlikçi bir biçimde mi? Dünyamız faşizme mi alçalacak yoksa ütopyaya mı yükselecek? Güçsüzün yanında olacak mıyız? Yaşadığımız dünyanın ve hayatlarımızın kırılganlığını görebilecek miyiz? Hayatımızdaki insanların değerlerini anlayacak mıyız? Günün sonunda ne olacağımızı, nasıl bir dünyada yaşayacağımızı seçmek bizim özgürlüğümüz ve bizim sorumluluğumuz.