Cumhuriyetin ilk günleri gibiydi yüzün” İlhan Berk. Hâlâ onu arıyorum!

Bir bayram ziyaretinde, annemin Sueda Hala’sının Bakırköy’deki evinin arka odasında kitapları karıştırırken rastladığım sararmış, bir dergi kapağında, küçücük kalbime serinlik veren “Yaza Veda” yazısını okumuştum. Ahşap bir yelkenlinin ana direğine yaslanmış, saçları kısacık kesilmiş çok güzel bir abla, bana sıcacık gülümsüyordu. Tekneleri çok seven babama fotoğrafı göstermek için, duvarları çerçeve içinde çeşit çeşit, renk renk kurutulmuş çiçekli, tozpembe, uzun koridordan geçerek, koşa koşa salona gittiğimi hatırlıyorum. Tam o sırada mutfaktan çıkan Sueda Hala elimde dergiyle beni görünce, “Biliyor musun o fotoğraftaki kızın kim olduğunu?” diye sormuştu ve anlatmaya başlamıştı. Önce, bikininin 1946 senesinde Fransız Modacı Louis Reard tarafından icat edildiğini, sonra da bu icattan çok önce iki parça mayo modasını kız kardeşi Bedia ile beraber İstanbul’da başlattıklarını, fotoğraftaki genç kızın da kendi gençliği olduğunu söyleyince çok şaşırmıştım. Çocuk bana göre, sadece meşhur insanların gazetelere ve dergilere fotoğrafları olurdu. O zamanlar, Hala’mın ünlü̈ biri olduğunu düşünmüştüm. Şimdi ise, onun ünlü̈ biri olmaktan çok daha anlamlı ve özel bir kişi, pırıl pırıl bir Cumhuriyet kızı olduğunu anlıyorum.

Evet, Sueda ve Bedia Halalarım, Cumhuriyet kızlarıydı. Saçları “à la garçon”, bisiklete binen, işe gidip gelen, kayık kiralayıp Boğaz’da kürek çeken, gece mehtapta Moda Plajı’nda denize giren, çok okuyan, sürekli kendilerini geliştirmeye çalışan, kültürlü̈, şık, her türlü̈ dansta maharetli, sanatsever hanımlardı. Sueda Hala’mızın Faruk Enişte ile nişanlı iken davetli olduğu Savarona’da Atatürk tarafından dansa kaldırılması ailemizde sıklıkla anlatılan, her anlatıldığında hiç azalmayan imrenmeler ile dinlediğim, yürek hoplatan hatıralardandır.

Sueda ve Bedia Hala’larımın anneleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun son seneleri ile Cumhuriyet’in ilanı arasındaki geçiş dönemini yaşayan, Avrupa’da resim tahsil etmiş eşini Çanakkale’de kaybetmiş, Kız Rüşdiye Mektebi mezunu Fevziye Hanımdı. Fevziye Hanım’ın babası ise yeni harflere geçilir geçilmez, alfabeyi öğrenmeleri için çocuklarını kursa gönderen, eğitime verdiği önemi Eyüp’e “Baş Mektep” yaptırarak sağlamlaştıran meşhur ulema Sakıp Efendi.

Aynı seneleri Cumhuriyet’in ilanından bir sene önce dünyaya gelen Ercüment Hocam da anlatırdı. Annesi Şadiye Hanım, ipekli kumaşlara çiçek resimleri yapan, piyanoda hem alaturka hem de Beethoven Sonatları çalacak seviyede müzik bilgisine sahip, sürekli kitap okuyan bir hanımmış̧. Müziğe, kültüre, kitaplara tutkulu bir şekilde bağlı diğer bir hanımefendi de, Balkan Savaşları sırasında Yanya’dan Türkiye’ye gelirlerken, konaklamak zorunda kaldıkları her yerde hoca bulunup keman derslerine devam etmesi sağlanan, eşimin anneannesidir. Cumhuriyet’in 10. senesinde dünyaya gelen kayınvalidem ise tenis oynayan, iyi kayak kayan, İngilizce, Fransızca bilen, briç oynayan ve güne kitap okuyarak başlayan, günü kitap okuyarak bitiren, sanat ve bilimdeki yenilikleri takip eden bir insandı.

Ben çok talihliydim. Kimi Cumhuriyet’ten önce, kimi Cumhuriyet’in ilk senelerinde dünyaya gelmiş bu güzel hanımlarla büyüdüm ve onlara hayat boyu rastlamaya da devam ettim.

Nahide Teyzeler, İsmet Teyzeler, Nermin Teyzeler... Çocukluğumun önemli bir bölümü, annemler çok seyahat ettiğinden anneanne ve dedem ile geçti. Anneannem çok arkadaşı olan, evde oturmayı da pek sevmeyen biri olduğu için, vaktimiz hep Moda - Bağdat Caddesi arasındaki ahbap ziyaretleriyle renklenirdi. Değişik meslek grupları ile ben ilk defa bu ziyaretlerde tanışmaya başladım.

Eczacı Halise Hanım Teyze’nin Kızıltoprak’ta eczanesi vardı. Çok dinleyen az konuşan, kızıl saçları daima ensesinde iri topuz şeklinde, gözlüklü, incecik, beyaz gömleği tiril tiril bir hanımdı. Beni her gördüğünde, hatta görür görmez eğitimin önemini anlatmaya başlardı. Duvarda asılı diplomasını gösterir, “Çok çalışkandım, küçüklüğümden beri eczacı olmak istiyordum ama Atatürk olmasaydı, bugün ben burada olamaz, idealime ulaşamazdım,” derdi. Bir böyle derdi, bir de “İyi oku, çok çalış̧, ileride kendi ayaklarının üzerinde duran bir kadın ol, bu çok önemli,” diye tembih ederdi. O eczanede çok eğlenceli vakit geçirdiğimi söyleyemeyeceğim, gazoz hatırına ve çıkınca dondurma alınacağı için biraz sevimli hale geliyordu bunca nasihati dinlemek ama sonraları anladım ki Eczacı Halise Hanım Teyze’nin vurguladığı iki konu hem yakın tarihimizin, hem biz kadınlar olarak toplumdaki yerimizin, aslında geleceğimizin özetiymiş.

Üzerimde hem emeği hem de çok etkisi olan bir başka teyze, Nahide Teyze güzel Anadolu’muzun pek çok ilinde, mesela çok yeni gördüğüm Muş’ta, Adana’da edebiyat öğretmenliği yapmıştı. Her yaz tatilinde kendi kızlarına ve öğrencilerine okunacak kitaplar listesi yaptığını anlatırdı. Artık emekliydi. Kızları büyümüş, onların da kendi çocukları olmuştu. İlk edebiyat okumalarımızda, klasikleri öğrenmek ile birlikte, çağdaş çocuk edebiyatının da takip edilmesine özen gösterirdi. Kitapçıları dolaşır, torunlarına ve bana yaşımıza göre kitaplar seçer, kitapları aramızda değiş tokuş yapmamızı, sayfalarını dikkatli çevirmemizi, kendi arkadaşlarımıza da, okudukları kitapları sormamızı, bir araya gelip okuduğumuz kitaplar hakkında konuşmamızı söylerdi. Nahide Teyze, pek çok okulda kitap kolu ve kulüplerinin kurucusu olmuştu. Nüktedan, harika kekler ve portakal şekerlemeleri yapan, senelerce öğretmenlik hayatından dolayı otoriter, sakin ve çok bilgili; kitap okuma ve anlama sevgimin şekillenmesinde çok büyük yeri olan bir Atatürk kızı daha!

Çamlıca’daki köşklerini hayal meyal hatırladığım Neriman Teyze ise çocuk doktoruydu. Bu yaşıma kadar pek çok doktor tanıdım, tıp dallarının içinde kendine bu kadar uygun bir konunda ihtisas yapmış başka kimseyi tanımadım! Konuşurken tavşan gibi, sevimli burnu hafifçe oynayan, yanakları pembe teni bembeyaz, sarı saçları kıvır kıvır, minicik boylu tatlı mı tatlı, şeker mi şeker, Neriman Teyze! Üstelik dünyada gelmiş geçmiş̧ en iyi masal anlatan teyze! Çamlıca’daki köşklerinin bahçesinde oynadığım, salıncaklarında sallandığım aklımda. Belki hatıralarım hep yaza ait olduğu ve bahçede oynadığım için köşkü̈ hatırlamıyorum. Oysa ne çok isterdim köşkü anlatmak, odalarında, sofasında dolaşmak, merdivenlerinden yukarıya doğru koşarak çalmak...

Neriman Teyze’lerin taşındıkları Çiftehavuzlar’daki daireyi ise çok iyi hatırlıyorum. Salonda şamdanlı piyano vardı. Tam karşısında kütüphane, yatak odasında kütüphane, zaman zaman bizim kaldığımız misafir odasında kütüphane. Şu anda benim kütüphanemin baş tacı “Nutuk”, işte Neriman Teyze’nin bana ilkokul bitirme hediyesidir. Hasta olduğum zaman Neriman Teyze bize gelirdi, sırtımı dinlerdi. Bin bir çeşit ses tonu ile sanki kılıktan kılığa girerek, odadaki küçük izleyicisine tiyatro oyunu sergilercesine “Uyuyan Güzel”, “Dans Eden On iki Pabuç”, “Çizmeli Kedi”... Ah Neriman Teyze! Masal Teyze!

Şimdi hayatımın ilk senelerinde beni geleceğe hazırlamış kadınları düşündüğümde vardığım sonuç onların, Atatürk’ün dediği gibi kendilerini “ışıkla, bilgi ve kültürle, gerçek faziletle” süsleyip donatmış̧ kadınlar olduğu; bunu gün geçtikçe daha iyi anlıyorum, ışıklarıyla yoluma devam ediyorum.

Çocukluğumda, kitapları karıştırırken karşılaştığım, bana gülümseyerek “Yaza Veda” diyen o genç kızın, Sueda Hala’mın, kapağında yer aldığı dergi ise kaybolmuş, belki rastlarım ümidiyle sahaflarda halâ onu arıyorum!

Eğer siz bir gün, bir yerlerde cumhuriyetin aydınlık yüzlü bir genç kızı ile karşılaşırsanız ve hangi mevsim olursa olsun, size gülümseyerek “Yaza Veda” derse, onu tanıyacağınızı ve bana haber vereceğinizi artık biliyorum.