Haber Fotoğrafı: Ömer Madra ve İzel Rozental
(Fotoğraflar: Didem Gençtürk)

Uluslararası Hrant Dink Ödülleri, Hrant Dink Vakfı tarafından her yıl Hrant Dink’in doğum günü olan 15 Eylül tarihinde verilir. Bu yıl on beşincisi gerçekleşen törende, ülkemizden -yerel sanatçıları desteklemeye özen gösteren, programlarında küresel iklim krizini, barış ve hak mücadelesini, kültürel ve sanatsal etkinlikleri gündeminde tutan- “Açık Radyo” ödüle layık görüldü. Bir iklim aktivisti ve Açık Radyo’nun yayın yönetmeni Ömer Madra ile bu yılki ödülü konuştuk…

Uluslararası Hrant Dink Ödülü için kutluyorum! Aslında Açık Radyo’nun 2020 yılındaki Prins Claus Ödülü dahil bugüne dek onlarca prestijli ödülü var. Fakat radyoda yaşanan coşku ve heyecana bakılacak olursa, 15 Eylül’de aldığınız ödülün senin için farklı bir anlamı var değil mi?
Evet, öyle. Prins Claus Ödülü’ne olsun, diğer bütün ödüllere, programcılarımızın aldıkları ödüllere bir şey diyemem ama bu sonuncusu, Hrant’ın kişiliğinden gelen ayrı derinliği olan bir ödül. Bu karanlık ortamın içinde bizim açımızdan aydınlık bir olay. Hrant’ın kişiliğini erken tarihte tanımış olmak, dünyanın iyi bir rastlantısıydı. Tanıdığım en kaliteli insanlardan biriydi. Ödül töreninde kendi sesinden verdiğimiz konuşmasında Hrant Dink, radyoyu şöyle tanımlamıştı:
Açık Radyo benim için belki bir cümle şöyle söyleyeyim: Türkiye’nin yozlaşmış entelektüel performansının bence kendini koruyabilmiş, kendini estetize edebilmiş, kendini bir köşesinde yoğunlaştırabilmiş yegâne sığınağıdır diyebilirim. Yani savunma alanıdır diyebilirim. Öyle düşünüyorum. Başından beri koymuş olduğu programlarla, ilkelerle ve kitlesiyle kucakladığı konuklarıyla, müziğiyle, kültürüyle her şeyiyle sıradanlığın değil, sıra dışılığın ama aynı zamanda da olağanlığın, olması gerekenin tek yapılabildiği yer gibi gözüküyor benim görebildiğim kadarıyla.
Burada çok önemsediğim bir şey var. O da öteden beri estetik kavramının etikle yakın ilişkisi. Yani müzikti, danstı, şiirdi, edebiyattı, sinemaydı… bütün sanatlarda bir estetik vardır. Bunun ancak sevgiyle mümkün olabildiğini düşünüyordum ve benim kafamda bir ikilem vardı. Etik estetik bütünlüğü meselesi… hatta gene müteveffa programcımız Oruç Aruoba’yla Felsefe Gevezelikleri yaparken bir gün, “Hocam, bir ara birkaç program da bu etik estetik meselesini, bütünleşmesini anlatır mısın” dedim. Tipik Aruoba işte, “E çüş artık, ben Nietzsche miyim?” demeye getirdi.
Hrant Dink tam bunu anlatıyor işte. İkisinin bir bütünleşmesi halini. Kendimden geçmiştim bu konuşmayı yaptığı zaman! Yani bence Hrant’ın en büyük özelliklerinden bir tanesi de bu: Etik deyince sözü ile özü bir olan, yani eylemiyle söylemi bir olan insan demek. Hrant hem öyle hem de etikle estetiği bütünleştiren biriydi. Öyle biriydi ki, 2006’da ölüm tehdidi varken, güvercin tedirginliği içindeyken bir davette karşılaştık. Uzun zamandır görüşmemiştik. Bana ilk söylediği söz: -ki Hrant’ı bundan daha iyi hiçbir şey tarif edemez- “Radyo için ne yapabilirim Ömer?” Öyle bir insandı. O yüzden sorunun tek bir cevabı olabilir, o da bu ödül hem Hrant Dink Vakfı’nın ilkeleri açısından, hem de bizatihi Hrant’ın kimliği açısından müthiş önemli bir değer taşıyor.


Ömer Madra

Önündeki ödülün tasarımı da anlamlı, biraz açalım mı?
Tabii. Bu ödülü arkadaşımız Erdağ Aksel tasarladı. Erdağ’ın, çeşitli ressam ve heykeltraşların Açık Radyo’ya destek için düzenledikleri Natürmort adlı sergisine de katkısı vardı. Bu ödül ise harika bir tasarım bence. Ağacın içinden geçen derin bir çatlak var. Ben bunu çok beğenmiştim. Ama son ödül töreninin öncesinde Hrant’ın sevgili eşi Rakel Dink ile sohbet ederken, “Ya Erdağ ne güzel yapmış, çatlaktan sızan ışık” falan diye konuşurken, bir anlamı daha var dedi: “Öldürüldüğü an Agos’un önünde yerde yatarken, ayakkabısının altındaki yarık da aynı zamanda…
Tam da konuştuğumuz etik estetik meselesi… Yani bu yarığın iki anlamı var. Hem o yarıktan karanlıklar içinden sızan ışığın bir simgesi, hem de Hrant’ın öldürüldüğü anda yatarken yerde ayakkabısının altındaki yırtık ya da çatlak. Hrant’a da çok yakışan bir benzetme.

Gerçekten etkileyici! Peki, Açık Radyo’ya dönelim: Açık Radyo’da ne yok Hocam?
(Gülüyor) Yok yok! Kâinatın tüm seslerine, renklerine ve titreşimlerine açık radyo. Misal koku… senelerce işledik. Vedat Ozan’ın yaptığı olağanüstü koku ve tat programı vardı. Vedat’ın böyle ilginç ilgi alanları olduğunu öğrendiğimde, neden program yapmıyorsunuz dediğimi hatırlıyorum. Yıllarca insan zihninin bütün labirentlerinde dolaştıran harika bir soyut kavram kokunun ve onun tatla olan ilişkisini konu edinen dört cilt kitap çıkardı!
Seninle de yaptığımız olağanüstü karikatürler dünyası var. Zihnin olağanüstü bir yorumculuğu olduğunu söyleyebiliriz karikatürün tasvir edilmesinden dolayı… bayağı da ilgi görüyor değil mi?

Doğru, bu da bana ayrı bir heyecan veriyor. Başka bir soru: Açık Radyo’da Radyo Agos var, günün birinde Radyo Şalom da olabilir mi?
Şalom’a ilk günden itibaren program vermiştik. Agos’la aynı zamanda… Fakat Radyo Agos değildi. Hrant’ın yaptığı, azınlıkların kendi seslerini rahatlıkla duyurabilecekleri bir mecra olsun diye. Rumlara da vermiştik…

Açık Dergi programının içinde böyle bir bölüm hatırlıyorum. Haftada bir…
Evet, dolayısıyla yok yok hakikaten!

Aslında Açık Radyo ile ilgili sorulacak onlarca soru var, fakat yerimiz sınırlı, son bir soruyla yetinmek zorundayım. Radyo’nun manifestosundan iki cümleyi cımbızladım: Bir yerde ‘Haysiyetli işler yapmak lazım’ diyorsunuz, bir başka yerde ‘meraksızlık sendromu’ndan söz ediyorsunuz. Meraksızlık ve haysiyet. Bu iki kavram nasıl buluşur?
(Yine gülüyor) Bir radyo daha mı yapalım? Aslında ben kendimi hep ansiklopedi mantığıyla hareket ederken buluyorum. Hayal gücüm öyle çalışıyor. Ansiklopedik bir yayın olarak çıkardığımız Açık Kitap’ın ilk maddesi ‘Aardvark’tır. Hollandacada ‘karınca yiyen’ demek. Bu, benim ve biraz da hepimizin ansiklopedist tarafını ortaya koyuyor. İnsanı öldüren şey merak değil, meraksızlık… Özellikle de bu dijital çağ ile birlikte, hakikat sonrası toplumun yarattığı yalanlarla çok zorlu bir dönemden geçiliyor. Artık hiçbir şeyi merak etmiyor insanlar. Daha doğrusu kendilerine sunulanı otomatik olarak doğru kabul ediyorlar. Ve bu, olabilecek en tehlikeli ve banal durum, kudretli elitlerin yönettiği dünyada neo-liberalizmin en büyük sakıncası... Petrolcüler, fosil yakıtçılar ve büyük paraların sahipleri medyayı da kontrol ediyorlar… Ne küresel ısınması? Ne iklim değişikliği? Yalan bunlar diyorlar. Çok büyük bir tehlike!

Haysiyet?
Haysiyet, Osmanlılar’dan gelen bu toprakların kuvvetli kavramlarından biri. Bence vicdanla da beraber… Kolay tarif edilecek bir kavram değil. Onur değil, başka bir şey. Vicdanlı bir insanın yapabileceği şey haysiyetli olmaktır. Haysiyet elden bırakıldığı zaman geri kalan her şey gidebiliyor… bütün değerleri kaybetmek mümkün. O yüzden de doğru bir kelime olmuş manifestoda. Hâlâ haysiyetli davranmaya çalışıyoruz.

O halde şöyle diyebilir miyiz? Çözüm önermiyoruz ama haysiyetli davranmaya çağırıyoruz…
Aynen öyle!