Haber fotoğrafı: Kopenhag Limanı'ndaki deniz kızı heykeli - Andersen'in en tanınmış öykülerinden birini anımsatmak için konulmuştur
İyi ki, pek çoğumuz çocukken Andersen’in masallarıyla büyüdük...
Hans Christian Andersen Avrupa Edebiyatının temel sütunlarından biridir. Ömrü boyunca yüzlerce oyun, roman, anı, öykü, şiir, gezi yazıları yazmıştır. Halen UNESCO kayıtlarına göre eserleri en çok yabancı dile çevrilmiş olan 10 yazardan biridir. Günümüzde kendisi ve yazdıkları Danimarka’nın ulusal zenginliği olarak kabul edilir, doğum günü olan 12 Nisan bütün dünyada “Dünya çocuk masalları günü” olarak kutlanır. Kopenhag Limanındaki deniz kızı heykeli Andersen’in en tanınmış öykülerinden birini anımsatmak için konulmuş ve şehrin simgesi olmuştur.
Gelin Andersen’in kalbimize işlenmiş bazı öykülerini hatırlatayım;
Çirkin ördek yavrusu
Öncelikle hepimizin mutlaka işittiği ya da okumuş olduğu “Çirkin ördek yavrusu” masalı, ördek yumurtaları arasına karışmış olan bir kuğu yumurtasından çıkmış olan bir kuğu yavrusunu anlatır. Ördekler tarafından başta çok çirkin ve garip bulunmuş ve bir süre çok mutsuz olmuştur. Sonra, aslında bütün ördeklerden çok daha güzel ve zarif olduğunu anlamıştır.
Hans Christian Andersen
Andersen, ileri yaşlarında bu öyküsüyle aslında kendisini anlatmış olduğunu söylemiş ve eklemiştir: “Kendini asla başkalarının gözüyle görme. Eğer gerçekte bir kuğu olduğunu sen biliyorsan, bırak aralarında yaşadığın ördekler ne isterlerse düşünsünler.”
Aslında Andersen de yaşamına çirkin bir ördek yavrusu olarak başlamıştı. Yoksul bir kunduracının çok zeki oğlu olarak Danimarka’nın Odense şehrinde doğdu. Yaşıtlarından çok uzun boylu, incecik sesli, sakar, şaşkın, dalgın, sürekli hor görülen ve alay edilen çirkin bir çocuktu. Üstelik, yoksul çocukların öğrenim gördüğü bir ilkokulda bir türlü okumayı öğrenemediği için öğretmenlerince de “aptal” olarak nitelendirilirdi. Bugün böyle çocukların aslında disleksi oldukları biliniyor.
Çocuklar onu aralarına almadığı için genellikle yalnız dolaşır, hayal kurar şehre gelen tiyatro kumpanyalarına takılır, yaşlı insanlardan ona folklorik öyküler anlatmalarını isterdi. Hep yalnızdı ama çekingen değildi. En olmadık yerlerde -çoğu zaman doğru ama söylenmemesi gerektiği düşünülen- fikirlerini söylerdi. “Bu yüzden çok laf işitmiştim” diye itiraf etmiştir. Dilimize “kral çıplak” deyimiyle dillere yerleşmiş olan deyimi ilk kez söyleyen, “İmparatorun görülmeyen elbisesi” öyküsündeki çocuk gibiydi.
“İmparatorun görülmeyen elbisesi” - Kral Çıplak
İşte bu “Çirkin ve aykırı ördek yavrusu” adam, büyüyüp de eserlerini arka arkaya yayınlamaya başlayınca, aslında bir kuğu olduğu anlaşılmış ve 30’lu yaşlarında Danimarka Kralının himayesine alınmıştı. Andersen, çirkin ördek yavrusu öyküsünün sonunda kuğu için şu anlamlı sözleri yazmıştır: “Yavru, artık bir zamanlar acı ve sıkıntı çektiği için daha da fazla mutluydu çünkü bu durum etrafındaki tüm zevk ve mutluluklardan çok daha fazla keyif almasını sağlıyordu.”
“Ah!” dedi Prenses. “Hayır. Neredeyse hiç uyumadım. O yatakta ne olduğunu Tanrı bilir. O kadar sert bir şeyin üzerinde yatıyordum ki, her yerim çürüdü. Tek kelimeyle berbat bir geceydi.”
Evet, bir bakıma ne büyük bir kokmuşluk değil mi? Hangimiz gülümsememişizdir ki bu muhteşem öyküyü ilk kez duyduğumuzda? Bir sürü şilte altına konulmuş bir bezelye tanesini bile fark edebilen bir “prenses”! Ve daha da önemlisi, genç kızın, oğluna uygun bir eş olabilecek soylu bir prenses olup olmadığını bu şekilde test etmeyi akıl edebilen bir kraliçe!
Gülünç tabi, ama ne olur kabul ediniz
“Prenses ve bezelye tanesi”
“Prenses ve bezelye tanesi” gibi son derece etkileyici bir abartıyı ancak çok parlak olağanüstü bir beyin düşünebilir. Andersen ne demek istediğini açık açık yazar zaten: “Rahatsızlık herkese çok şey öğretir.”
Sizce bu öyküde dönemin egemenlerini çok hınzırca ti’ye alan bir yön yok mu?
İnanınız Andersen’in öykülerinin orasına burasına bilinçli yerleştirdiği özlü cümleleri fark edince benim gibi biri o sözü vurgulamak için öykü yarattığını düşünür.
Andersen’in her yazdığı öykü mesajlarla doludur. Unutulmaz “Kibritçi kız” öyküsünün sonunda şunları yazmıştı: “Yaşam mucizelerle doludur. Kimse küçük kızın hayalinde ne kadar güzel şeyler gördüğünü hayal bile edemezdi.”
Gerçekten de yaşamda rast geldiğimiz, önümüzde duran ama fark etmediğimiz olağan insanların düşlerinin ne kadar renkli olduğunu bilemeyiz.
Cesur asker korkma kaderinden...
Bütün öyküleri kafamda yer etmişti ama nedense çocukken beni en çok Andersen’in “Tek bacaklı kurşun asker” öyküsü etkilemişti.
Bir çocuğun odasındaki bir sürü oyuncak arasında bulunan tek bacaklı kurşun asker, masanın üzerindeki kâğıttan yapılmış balerini platonik bir aşkla sevmektedir. Balerinin bir bacağı yukarıda olduğu için, asker ilk bakışta onun da kendisi gibi tek bacaklı olduğunu sanmakta ve gözlerini ondan ayıramamaktadır. Bir gün nasılsa kurşun asker pencerenin kenarından sokağa düşer, sokaktaki çocuklarca bulunur, o çocuklar oynarken askeri içine koydukları kâğıt vapurla sularda sürüklenir, önce kanalizasyona oradan da denize akar ve sonunda da bir balık tarafından yutulur. Andersen işte o an askerin kendi kendine şunları söylediğini yazar:
“İşte son yaklaştı, ölüm kapıda
Cesur askersin sen korkma kaderinden...”
"Kurşun asker", Kristin Makarius
Öyküye göre bir mucize gerçekleşir, o balık yakalanır, askerin penceresinden düştüğü evin aşçısı tarafından pazarda satın alınır ve pişirilmek üzere temizlenirken kurşun asker herkesi hayrete sürükleyecek şekilde balığın karnından çıkar. Herkes şaşırır ve çocuk önceleri çok sevinir. Askeri tekrar odadaki yerine koyarlar ve o da yine sevdiği kâğıt balerini izler durur. Ama, sanki bu sefer balerinin de ilgisiz olmadığını hisseder. Bir gün anlaşılmayan bir nedenle oyuncakların sahibi olan küçük çocuk, askeri bir anda odadaki şömineye, ateşin içine atar. İşte o an nereden geldiği anlaşılmayan bir esinti kâğıt balerini ateşin içine askerin üzerine doğru uçurur. Sabah ateş söndüğünde ne balerin ne de asker yoktur artık ama küllerin arasında eriyip kalp şeklini almış bir teneke parçasının üzerinde balerinin göğsündeki çiçek vardır.
Öyküyü ilk okuduğumda karar verememiştim; bu iyi bir öykü sonu muydu yoksa kötü müydü? Oysa Andersen, yazdığı masum görünen çocuk öykülerinin satır aralarında iyi ya da kötüyü değil, yaşamın sadece, hangi amaca hizmet ettiği belirsiz bir tür “deneyim”den ibaret olduğunu vurgular. İnsanlar zaman zaman kalpsizdir, herkes özünde kırılmıştır ama ne iyi ki “sevgi” vardır.
Bütün yetişkinler bir zamanlar çocuktular...
Andersen öykülerine son rötuşları, onları topluluklar önünde teatral jestlerle yüksek sesle okurken insanların gözlemlediği tepkilerine göre yapardı. Duygularını olanca güçle yaşayan çocuk gibi bir adamdı. Üzüldüğü zaman yüksek sesle utanmadan ağlar, sevindiği zaman dans ederdi. Ölmeden önce söylediği şu sözler çok dikkat çekicidir: “Hayat, çok güzel melodisi olan bir şarkı gibidir ama şarkının sözleri bazen karışıktır. Bu yüzden yalnızca yaşamak yetmez, güneş ışığı, çiçekler ve en önemlisi de özgürlük gerekir. Ben herkesin yapması gerektiği gibi bu dünyaya yararlı olabildim ve böylece mutlu da oldum.”
Andersen bence bir filozoftu. Ancak bir filozof, onun yaptığı gibi, cenazesinde çalınacak neşeli bir marş bestelemesi için bir müzisyen tutardı. Tuttuğu besteciye şunları demişti: “Anlaşılan tabutumu sadece çocuklar takip edecekler. Bu yüzden tempoyu çocuk adımlarına uygun yap lütfen!”
Ölümünden sonra uzun yıllar sonra Antoine de Saint-Exupéry tarafından yazılmış olan “Küçük Prens” adlı eserde şöyle bir sözcük vardır: “Bütün yetişkinler bir zamanlar çocuktular... fakat pek azı bunu hatırlar.”
Ne olur hatırlayın...