Claude Lanzmann 5 Temmuz ayında (2018) 92 yaşında hayata veda etti. XX. yüzyılın belleği artık yok, içinden lavlar fışkıran volkan sonsuza kadar söndü. Son eşine göre, Hayatı o kadar çok seviyor, ölümden o kadar çok nefret ediyordu ki nasıl öleceğini sanki bilemiyordu.”

Yorulmaz bir savaşçıdır ebedi istirahate çekilmiş olan… Zira o gencecikken Nazi işgalinden kurtulmayı başarmış, direniş eyleminin örgütleyicilerinden biri olmuş, önce kentlerdeki gizli mücadeleye, daha sonra da Auvergne’deki maki savaşlarına katılmış, yaşamı boyunca antisemitizmin ve antisemitlerin hesabını görmeye çalışmış, bu amaçla da 47 yaşında kaderini Soykırım’ın hayaletlerinkine bağlayıp bir anıt eser ortaya çıkarmıştır: “Shoah”…

Fransa’da 1985 yılında gösterilen, Nazi kamplarından kurtulanların tanıklıklarından oluşan kült film. 350 saatte çevrilen, gösterimi 9,5 saat süren, on üç ödül alan, on iki yıllık bir çalışma…

Lanzmann’ın dostları, o boğuk sesiyle, “Ben mirasyedi değilim, kendimi bizzat oluşturdum” diye tekrarlamayı sevdiğini anlatırlardı.

Siyaseti, edebiyatı, kadınları tutkuyla severdi. Zaten vasatlığı, sıradanlığı bilmediğinden, sevdi mi tutkuyla sever, aksine nefret etti mi onulmaz bir düşmana dönüşürdü. Örneğin, Soykırım konusunu ancak kendisinin en iyi en doğru şekilde işlemiş olduğuna yürekten inanırdı; bu konunun, “Shoah” filminden bırakın daha iyi, daha farklı bir şekilde bile işlenebileceğini asla kabul etmez, buna yeltenen “haddini bilmezler” çıktı mı, öfkeden deliye döner, onları hakaretlere boğardı.

Bu satırları yazdıkça, Ukrayna kökenli Yahudi bir ailede doğmuş, direnişçi, yazar, gazeteci, sinema yönetmeni, filozof, Jean-Paul Sartre’ın kurduğu “Les Temps Modernes” (Modern Zamanlar) dergisinin yönetmeni olan, « Bin tane yaşam yaşamış adam » diye nitelendirilen Lanzmann’ı, bunca az bir yere sığdırmanın ne denli zor olabileceğinin giderek farkına varıyorum. En iyisi zaman makinesini geriye alıp otuz yıl önceye yolculuk yaparak, Lanzmann, Shoah ve balık lokantalarıyla bizzat yaşadıklarımı anlatmak ve kendisini bu şekilde anmak olacak. Bu, eminim kendisinin de hoşuna giderdi…

Lanzmann, Shoah, balık lokantaları, kocam ve ben…

Yıl 1989. Claude Lanzmann’ın “Shoah” filmi, 14. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterime girecek ve Şalom gazetesi için kendisiyle bir söyleşi yapacağım. Filminin adını elbette duymuş, konusunu biliyor olmama rağmen, ne uzunluğu ne de çekim tarzı hakkında herhangi bir fikrim var. Lanzmann sadece bir buçuk günlüğüne Etap Marmara’da, başka gazeteciler de randevu peşindeler. Elimi çabuk tutmam lazım. Alelacele arıyorum ve maalesef tanışma faslı çok kötü başlıyor:

Fransızca, “İyi günler Bay Lanzmann filminiz ‘La Shoah’ hakkında sizinle...” diye başladığımda, boğuk bir ses, hışımla beni kesiyor:

“Başlığını bile doğru dürüst bilmiyorsunuz! Sadece ‘Shoah’ olmalı!”

“Peki, özür dilerim, sadece ‘Shoah’ hakkında Şalom gazetesi adına görüşmek isterdim.”

“İzlediniz mi onu?”

“Şey, hayır, vaktim olma…”

“Bu akşam oturup izleyin o halde. Yarın ikide bekliyorum. Ama haberiniz olsun, eğer bir tek karesini atlarsanız hemen farkına varır, söyleşiyi yarıda keser, sizi de kapı dışarı ederim. Ha bu arada, ‘Shoah’ tam 9,5 saat sürüyor. Bilginize…”

Bu hırçın adamın haklı olduğunu kabul etmeliydim. Filmin tamamını izlemeden söyleşi yapmaya yeltenmek saygısızlık olurdu. Sonuç: Filmin videokasetleri zor bela bulundu, akşama koca ve çocuklar yedirilip yatırıldıktan sonra da bana onların önünde bir koltukta sabahlamak düştü.

Çarpıcı görüntüler, kurgu falan yoktu. Sadece siyah beyaz ıssız, hüzünlü manzaralar, simalar, doğaçlama, sade konuşmalar, düdük sesleri eşliğinde geçen trenler…“Mekânları konuşturdum, onları sesler yoluyla gösterdim ve sözcüklerin ötesine geçerek, dile sığmayanı simalarla ifade etmek istedim diyecekti Lanzmann söyleşi sırasında… Koltuğumda kıpırdanmadan, adeta felce uğramış gibi izlediğimi hatırlıyorum Shoah’ı, ama bir noktaya kadar… Sonra, çok uzunca bir ara içim geçmiş olmalıydı ki, birden en başta olan son kasetin sonuna gelindiğini fark ettim.

Ertesi gün yine de korkusuzca gittim söyleşiye. Zira büyük bir bölümünü atlamış ve uykusuzluktan yarı sarhoş hale gelmiş olsam da artık bu başyapıt hakkında az çok konuşabilecek ve soru sorabilecek donanımda hissediyordum kendimi.

Otelin lobisinde karşılıklı otururken, söyledikleri hala kulaklarımda…

“… Shoah’da kardeşlerim Yahudileri tekrar dirilttim. Hem de ölü dirilttim. Onları bir kez daha öldürmek için. Ama bu kez biz de onlarla beraber olalım, yapayalnız ölmesinler diye…”

“… Shoah’da kardeşlerim Yahudileri tekrar dirilttim. Hem de ölü dirilttim. Onları bir kez daha öldürmek için. Ama bu kez biz de onlarla beraber olalım, yapayalnız ölmesinler diye…”

Etap Marmara’dan çıkar çıkmaz altüst olmuş halde kocamı aradım. Lanzmann adını duyunca o da heyecanlanıp yemeğe çıkarmayı teklif etti. Aradığımda, reddeder diye düşünüyorken hemen kabul etti ve akşamüstü onu otelinden alıp dönemin en ünlü balıkçısına götürdük. Heyhat! Lanzmann’ı ağırlamanın pek de kolay olmadığını öğrenecektik o akşam. Lokantanın kapısından dahi geçmek istemedi. Nedeniyse dışarıda duran akvaryumdaki canlı balıklardı. “Böyle bir vahşet kabul edilemez…”

Bir başka lokantada, oturduğumuz gibi kalkıp dışarı fırladı, biz de şeften özürler dileyerek peşinden… “Kadife perdeli burjuva bir mekânda mı yemek yiyeceğiz?”

Bir diğer mekânı ise fazla şatafatlı buldu, “Gençsiniz, paranız yoktur, beni ağırlamak için çocuklarınızın rızkını yemenizi istemem…” Sonunda soluğu Rumeli Hisarında alaturka müzik çalınan salaş bir lokantada bulduk ve ondan çok hoşlanan Lanzmann bizi şaşırtmaya devam etti. Şımarık entelektüel havasından sıyrılıp sevecen bir dosta dönüştü. Sartre’dan, büyük aşkı Simone de Bauvoir’dan anılar anlattı, bir ara eğilip kulağıma

“Shoah’yı gerçekleştirmemin bir nedeni de Sartre gibi balık avlamayı çok sevmemdir. Oltayı atıp beklemeyi ve sonunda istediğimi bulup çıkartmayı...” diye fısıldadı. Türk Yahudilerine dair sorular sordu, cevaplarımızı ilgiyle dinledi. Ayrıldığımızda bize içtenlikle sarılıp defalarca teşekkür etti.

Lanzmann ile bir daha yüz yüze görüşmedik. İzleyen yıllarda bir iki kez telefonla söyleşi yaptık. Her defasında, önce “Şimdi olmaz, bir saat sonra, yarın, haftaya vs.” gibi sözlerle nazlanıp başından savmayı deniyor, eninde sonunda sorularımı hep yanıtlıyordu. Hem de ne yanıtlar! Şahane Fransızcasıyla adeta hediye sunar gibi dile getirdiği çarpıcı cümleleri sayesinde, bana birkaç güzel söyleşi sağladı. Zaman içinde aramızda her türlü irtibat koptu. Yetmiş yaşında üçüncü kez evlendiğini, bir oğlu olduğunu medyadan öğrendim; Simone de Bauvoir ile birbirlerine yazdıkları aşk mektuplarını Yale Üniversite’sine pahalı bir fiyata sattığını okuyunca birazcık hayal kırıklığına uğradım. Açıkçası anılarını okuduğumda da hafifçe gözümden düştü. Zira isimlerini saydığı ünlüleri kariyerinde sanki biraz da basamak olarak kullanmış olduğu fazlasıyla hissediliyordu satır aralarında.

2017 yılında oğlunun gencecik yaşta kansere yenik düştüğü haberi üzerine, denize bir şişe mesajı atar gibi adresine bir baş sağlığı mektubu yolladım. Adres aynı adres miydi, kim olduğumu hatırlar mıydı? Hayret! Yanıt vererek yine şaşırttı ve daha sonra birkaç dergide rastlayacağım, yine çok çarpıcı bir cümleyle:

“Teşekkürler. Maalesef dünyaya çocuk getirmek, dünyaya idam mahkûmu getirmekle eş değerdir. Ama insanlar bunun farkında değildir.”

Hey gidi koca Lanzmann! Korkunç acısını bile sahneye koymaktan kendini alamıyordu.

Ancak o acıya uzun süre katlanamadı.

Artık yorgun olan savaşçı, 1,5 yıl sonra oğlu Félix’in yanına gitti.