Üstü başı pejmürde, döküntü evlerde yaşayan, cebinde kitap taşıyan, kafası iyi olsun diye içen veya tüten, aşk hayatı istikrarsız, parasız pulsuz, sanat-edebiyatsever bir topluluktan söz edeceğiz: Bohemler...

Türkçede “bohem” kelimesinin karşılığı, Püsküllüoğlu’nun sözlüğünde: “Günü gününe, tasasız, derbeder bir yaşayışı olan”, “Genellikle sanat ve edebiyat çevresinden kimse ya da topluluk” diye geçer. İngilizcede ilk kullanımı 19. yüzyıla rastlıyor; marjinal gazeteciler, ressamlar, oyunculara “bohem” deniyor.

Bohemler, sosyal normlara aldırmayan, geniş görüşlü, gönüllü veya gönülsüzce sadeliği tercih eden tipler; zengin veya aristokrat bohemler de var, onlara haute boheme deniyor.

“Bohem hayat” denince, büyük pencereli resim atölyeleri, felsefe tartışmaları yapılan kafeler, sigara dumanına boğulmuş barlarıyla akla tek bir şehir gelir. New York ve başka merkezler ortaya çıkmadan önce, belki de 80’lere kadar liderliğini korumuştur. “Bohem sanatçı” imajının doğduğu yerdir. Malum ününü inşa ettiği yıllarda, Paris, sanatın merkeziydi ve bu özelliğiyle sanatçılara kendilerini gösterme ve diledikleri gibi yaşayabilme özgürlüğü veriyordu. Aşk, acı ve her tür çılgınlığın deneyimlenmesi gerektiğine inanan bohem sanatçılar; kurallara, plan ve programlara yüz vermiyorlardı. Ama muhteşem tembellik gibi algılanan bu durum, arkadaki mücadelenin parlak vitriniydi.

Gelecek vadeden, mücadeleci sanatçı çevreleri

Henri Murger’nin 1845 tarihli Bohem Hayattan Sahneler hikâyeleri, Puccini’nin La Boheme (1896) operasına da fikir vermiştir. Murger / Puccini hikâyesinde Bohemia, 19. yüzyıl Paris’inde Sacré Coeur Kilisesinin inşa edildiği dönemde, gelecek vadeden, mücadeleci sanatçı çevrelerine verilen addır.

Murger der ki: “Bohemler her şeyden az-çok çakarlar. Pabuçlarının delik-deşik veya gıcır-gıcır oluşuna göre her yere girip çıkarlar. Birgün bakarsınız, lüks bir salonda caka satmaktadırlar, bir başka gün de ucuz bir lokantada yemek yerler. Yolda bir dosta rastlamadan on adım atamazlar ama nerede olursa olsun bir alacaklıya rastlamadan da otuz adım gidemezler… Bohemin kendine mahsus bir dili vardır, bunu herkes anlayamaz; bir sürü atölye, matbaa, tiyatro tabirleriyle, dedikodularıyla süslüdür. Bohem hayatı, Fransız Akademisine, kimsesizler yurduna ya da morga giden yolun başlangıcıdır…”

Dan Franck ise Bohemler adlı kitabında sanatçıyı şöyle tarif eder: “1918 ilkbaharında Paris açtır, üşür ama uyumaz. Mideleri boştur ama konserlere, tiyatrolara, sinemalara gitmelerine engel değildir bu. Max Jakob şiirlerini ambalaj kâğıdına yazar ama Picasso için puro bulur. Akşamları gece kuşları, bulabildikleri bütün şişelere el koyarlar ve sonra yaya olarak ya da taksilere binerek sefaletlerinin kuruluğunu giderecekleri yerler ararlar… Sanatçı her şeyden önce sanat yapıtı üretir. Picasso istediği gibi giyinebilir, Alfred Jarry istediği gibi silahını çekebilir, Breton ve Aragon hor gördükleri, küçümsedikleri kişilerle tartışabilirler, kavga edebilirler, çılgınlıkları, delilikleri çizdikleri yollara bakıldığında o kadar önemli değildir. Modern sanat bu yüce bozguncuların ve kışkırtıcıların elinde doğmuştur: 1900-1930 yılları arasında bu sanatçılar sanatçı yaşamı sürdürmekle yetinmediler ve bu yaşamları kimilerinin nefretini, kimilerinin de kıskançlığını çekti: bunlar özellikle yüzyılın dilini yarattılar.”

Ingvar Ambjörsen’in Beyaz Zenciler kitabında, bohemlerin “imkânsızın kıyısında öfkeli ve eğri bir hayatı” seçen özgür ruhlar oldukları söylenir: “Beyaz zenciler uyku tulumları, sırt çantaları ve bira kasalarıyla Çingene hayatı yaşayan dumancılar, beyazcılar, asitçilerdir... Beyaz zenciler şairdir, çılgındır, düş kurmayı ve küfretmeyi severler: …yoz televizyon dizilerine benzeyen hayatlardan… nefret ederler... Beyaz zenciler sevgi edebiyatı yapmazlar, severler: bütün enerjilerini kendilerini garantiye almak için harcayanların hiçbir zaman anlayamayacağı kadar çok severler.”

Bizim bohemler ve aşk dedikoduları

O Fransız şairlerin ve yazarların kitaplarıyla Türklerin tanışması için eğitimli, dil bilen insanların o kitapları çevirmesi gerekiyordu. Ankara, bu fikir işçileriyle 40’larda Hasan Ali Yücel’in Türk Rönesans’ı girişimiyle tanışmıştı. Yücel “Bu iş Yahudisiz olmaz” dedi ve dil bilenleri çeviri bürosuna almaya başladı.

Şimdi biraz da bürodakiler ve yakın çevrenin aşk ilişkilerine bakalım: Orhan Veli’ye şiir yazdıran güzelliğiyle ünlü Bella, dedikodulara son vermek için gazeteci Erol Güney’le evlenmiş olan Dora -ki Bella’nın kız kardeşidir; Macar piyanist Roji Sabo ile flört halindeki Sabahattin Eyüboğlu, Roji’nin kocasına âşık olup peşinden Rize’ye giden Azra Erhat…

Aslında Orhan Veli, Bella’dan önce bir bakanlık müşavirinin eşi öğretmen Nahit Hanımla aşk yaşamaktadır, ama dedikodular ayyuka çıkınca Nahit Hanım Edirne’ye tayin olmuş, Bella ve Orhan Veli böylece kavuşmuştur. Ama kavuşmadan önce Sait Faik’le Orhan Veli taksi kiralayıp Edirne’ye gitme girişiminde bulunmuşlar, kaza yapıp karakolluk olmuşlar sonra da otelde sızıp kalmışlardır. Kabına sığmayan Orhan Veli sık sık İstanbul’a kardeşi Seza’yı ziyarete giden Bella’nın peşinden İstanbul yollarına düşmektedir. Bu “egzistansiyalist sosyete” Hasan Ali Yücel’in görevden alınmasıyla dağılır.

Marjinaller…

Cem Yılmaz’ın dillere pelesenk olmuş cümlelerinden biri “Bir de bize marjinal derler”dir. Reality show’larda birbirlerini suçlayan, çok rahat yalan söyleyen muhafazakâr görünümlü insanların arasındaki aşk üçgen-dörtgen ve hatta beşgenlerin hasıraltı edilip, sanatçı-oyuncu tiplerin ne acayip ahlaksızlıklara imza attıkları haberlerinin köpürtülmesine dikkat çeker.

Aslında taze taze deneyimlediğimiz korona karantinasının kafamıza zorla yerleştirdiği üzere, son sözü doğa söyler; ana fikri konumuza adapte edersek, ne gelenek ne ahlak, hormonları ve bilinçaltında bekleşen kıvır zıvırı dizginlemeye yeter. İnsanlar genellikle arzularını takip eder, bazıları gizli bazıları aleni… Aleni yapanlar genellikle bohemler, marjinallerdir. Geneli kale almamanın bir faturası olur tabii… Toplumun onayını sorun etmemek, eğer varlıklıysanız kolaydır; kimileri varlığa da müdana etmez, ki onlara bohem diyoruz. Ama göğsünde parlak bir nişan taşımayan kişi bohem olamaz; illa ki şiir yazacaksın, sahnede seyircileri büyüleyeceksin, kemanının sesiyle gönülleri fethedeceksin, resimlerinin geliri seni değilse bile torunlarını zengin edecek vs…

Geçmişteki ünlü bohemler

Bektaşi tarikatı mensubu Neyzen’in, şehir efsanesi midir bilinmez, hayatı boyunca 1868 okka rakı içip üç-dört ton esrar yediği söylenirdi. Ney üfleyip şiir okusun diye davet edildiği konaklarda hiçbir zaman haneberduşlarla yaptığı muhabbeti bulamayan Neyzen’in müdavim olduğu mekânlar Mısır Çarşısının arkasındaki kahvehanelerdi.

Salâh Birsel’e bakılırsa, esrar ve kumarla meşgul kahve müdavimlerinin kirpik dipleri bile bit kaynardı. Ama berduşların gönlü ganiydi, aralarında para toplar, Neyzen’in minderinin altına koyarlardı, böylece ertesi günün yolluğu çıkardı. Neyzen onları şöyle anlatıyor: “Palasparelere bürünmüş o yarı çıplak insanlara ney üflediğim zaman yüreklerini bir mıknatıs gibi çekip topladığımı duyardım. … Ney üflerken hizmetime bakan Yakup adında bir oğlanın gözlerinde pırıl pırıl parlayan gözyaşlarını zaman zaman hatırlarım. Hatırladıkça da ağlarım.” Neyzen Tevfik insanları müziğiyle ağlatır, siyasi taşlamalarıyla güldürürdü. Lafını esirgemediğini alttaki dörtlükten anlıyoruz:

Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler.

Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler.

Künyeni almak için partiye ettim telefon;

Bizdeki kayda göre şimdi mebus dediler.

Mina Urgan Neyzen’i anlatıyor

Radyoda maaşlı bir işte çalışma fırsatı olduğu halde sadece canı istediği zaman neyini üflediği için kendi isteğiyle sürünüyordu. Bir Dinozorun Anılarında Mina Urgan, Neyzen’in 1879’da Bodrum’da doğduğunu, limon almaya çıkıp bir daha memleketine dönmediğini anlatıyor.

Sık sık Neyzen’i ziyarete giden Mina Urgan’ın aktardığına göre, onun “les bas-fonds de Şehzadebaşı”nda tehlikeli maceralara atıldığını düşünen Fransız Edebiyatından iki öğrenci arkadaşı, bir gün peşine takılır. Mina Urgan “ney”in ne olduğunu bile bilmeyen arkadaşlarıyla ne zaman ne yapacağı belli olmayan Neyzen’i tanıştırmak zorunda kalır. Nefes neyden geçmeye başlayınca alafranga kızlar, gariban Yakup gibi gözyaşlarına boğulmuştur.

Baylancılar

Haliç’in diğer tarafındaki Beyoğlu, Karaköy de başka bir tür bohemlerin adresleridir. Karaköy’deki Baylan Pastanesi Sait Faik’in gazeteleri gözden geçirdiği, not aldığı mekândır; bazen Attila İlhan’la edebiyat sohbetine dalarlar. Ferit Edgü, Fikret Hakan gibi edebiyat aşığı gençler, ustalara danışmak için Baylan’a gelirler. Tiyatrocu Asaf Çiyiltepe, eleştirmen Ahmet Oktay, oyuncu Yılmaz Gruda, yönetmen Metin Erksan, Erdal Öz, Doğan Hızlan da Baylan müdavimlerindendir. 2017’de Fransa’da ölen ünlü ressam Yüksel Aslan Eyüp’teki evinden buraya yürüyerek gelip gider. Baylancılar, Panayot’ta şarapların numaralanmasından hoşlanırlar. Tek numaralar siyah, çiftler beyazdır. Numarayla şarabın kalitesi yükselir. Baylancılar parasızken 3’e kadar düşerler. Zaten hedef geceye içkiyle karşı koymaktır. Demir Özlü’ye göre Baylan’ın bir dünya görüşü vardır: Hep kazanmaya yönelik kentsoylu ahlakına karşı çıkmak, her nesne ve olaya alaycı bir gözle bakmak.

Bitli turistler Sultanahmet’te

Sanatçı ve edebiyatçılar Cumhuriyet’te, Hatay’da demlenir, derin sohbetlere dalarken, dönemin özgürlük rüzgârını arkasına alan Avrupalı gençler, Hindistan hedefiyle Doğuya doğru yola çıkmışlar ve İstanbul’u durak bellemişlerdi. Bu kez mekân Sultanahmet’ti. Türkiye hiç tanımadığı ve ilk bakışta yadırgayacağı bu grupla ilk kez tanışıyordu.

70’lerde “bitli turistlerden” İngiliz George, gazeteye verdiği röportajda şöyle demişti ki: “Size göre biz, bize göre siz normal değilsiniz. Acıyorum şu sokaklarda koşuşan ve ne yaptıklarını idrak etmeksizin makine gibi çalışan sizlere. … Sizler basit ve hissetmeden yaşıyorsunuz. … Benim gayem para kazanmak değil ki… Ancak arzuladığım ve beni tatmin edecek meşguliyetimin ne olduğunu keşfedersem, işte o zaman kıpırdar, çalışırım. Böyle bir keşifte bulunmak için de şimdi yaptığım gibi bir kenara kıvrılırım ve sizlerin vurduğu ‘miskin’ damgasına aldırmadan düşünürüm. Sizde bu harekete dayanacak cesaret var mı?”

Yeşil ilham perisi

Absent, bazı bitkilerin damıtılarak fermante edilmesiyle elde edilen, alkol oranı yüksek halüsinatif bir içkidir. Psikoaktif etkileri nedeniyle sanatçılar tarafından tercih edilir. Bir ölçüye 2-5 ölçü su ilave edilerek içilir. Rengini yeşil anasondan alır. Resim, sinema, müzikte, edebiyatta absent teması ve görseli bolca yer alır. Oscar Wilde absent’i şöyle tarif eder: “Bir bardak içtikten sonra nesneleri olmasını istediğiniz gibi görürsünüz, ikinciden sonra nesneleri olmadıkları gibi görürsünüz; ama üçüncüyü içtikten sonra nesneleri gerçekten oldukları gibi görürsünüz ki, en korkunç şeydir bu dünyada...”

1910’da Fransızlar yılda 5 milyon litre şaraba karşılık 36 milyon litre absent tüketmekteydi. Hemingway’in favorisi absent ve şampanya karışımıdır. Paul Gauguin ve van Gogh ağır içicilerdendir. Van Gogh’un kulak kesme olayı, absent’i fazla kaçırmasıyla açıklanır. Toulouse-Lautrec ise bu içkiye o kadar düşkündür ki, içi boş bastonunu absent’le doldurur. Bohem şair Verlaine önceleri yere göğe koyamadığı absent’i, sonradan cinsel başarısızlığının müsebbibi olarak suçlasa da ölüm döşeğinde bile içmekten geri durmamıştır. Baudelaire’in “Şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz, yeter ki sarhoş olun” öğüdünde absent’e gönderme yaptığı söylenir. Erkekleri hayvana dönüştüren, kadınları öldüren, aileleri söndüren absent 1900’lerin başında yasaklanır, masum bulunup yeniden piyasaya çıkması 90’larda mümkün olur.

Melek Kobra

Melek Ezgi 1915’te gözlerini sanatın göbeğinde açmıştı. Babası bestekâr ve opera sanatçısı Muhlis Sabahattin Ezgi’ydi. 16 yaşında babasının operetlerinde sahne almaya başladığında etrafında Vasfi Rıza Zobu, Hazım Körmükçü, Nazım Hikmet, Toto Karaca gibi isimler vardı. Halası ünlü kadın besteci Neveser Kökdeş, kuzini Türkiye ve dünya güzeli Keriman Halis, en yakın arkadaşı Gülriz Sururi’nin annesi Suzan Lütfullah’tı. On sekizinde Söz Bir Allah Bir filmindeki rol arkadaşı Ferdi Tayfur’a âşık oldu.

Ferdi Tayfur siyah-beyaz filmlerin dublaj kraliçesi ve Türkiye’nin ilk özel sanat galerisi Maya’nın sahibi Adalet Cimcoz’un kardeşiydi. Kız kardeşi gibi ünlü bir dublajcı olan Ferdi Tayfur, kadınları çok severdi, kadınlar da onu... Evlendiklerinde Melek veremdi, bu yüzden bolca alkol ve kokain tüketen kocasına ancak üç yıl ayak uydurabildi. Ayrıldıktan sonra yaşlı ve zengin bir adamla yaşamaya başladı, ama hatıratından Hacı Bekir olduğunu öğrendiğimiz bu adam da onu aldattı. 1937’de sahnede ağzından kan geldiği için mesleği bıraktı. O sıralar Nazi Almanya’sından kaçıp Türkiye’ye gelen Dr. Nissen, ciğer ameliyatları yapan ünlü bir cerrahtı ve Melek’i ameliyat etti. Hayırsız baba, sarhoş ve dengesiz anne, bağımlılık, hastalık, aşksızlık, yalnızlık derken kendi seçtiği isimle Melek Kobra, 25’inde ölüverdi. En son hayran olduğu erkek, doktoruydu.

Bohem Tipleri

Bohemyan Manifesto’da Laren Stover bohemliği beş tipe ayırır:

Nouveau: Çağdaş kültürü benimseyen zenginler.

Çingene: Gittikleri her yere kendi tarzlarını taşıyan gezginler.

Beat: Maddiyata sırt çeviren sanatkâr serseriler.

Zen: Beat sonrası, sanattan ziyade ruhsallığa yoğunlaşanlar.

Dandy: Parasız olmalarına rağmen pahalı ve nadir eşyalarla gösteriş yapanlar.

Kaynak

Uğur Aktaş, Gayrimeşru İstanbul, Cumartesi Kitaplığı Yayınları, 2018

Salâh Birsel, Ah Beyoğlu, Vah Beyoğlu, Karacan Yayınları, 1981

Ümit Bayazoğlu, Hatırda Kalmaz Satırda Kalır, Aras Yayıncılık, 2013

https://serkanhizli.wordpress.com/2015/04/25/absinthe-drinker-1903-ressam-viktor-oliva/

https://en.wikipedia.org/wiki/Cultural_references_to_absinthe

https://en.wikipedia.org/wiki/Bohemianism

https://tr.wikipedia.org/wiki/Absent

https://www.hurriyet.com.tr/mahmure/beyaz-renk-icin-en-dogru-sezon-kesinlikle-kis-sezonu-41449949

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/255274

http://www.leblebitozu.com/bir-donemin-sinema-yildizi-melek-kobra-ve-aci-hatirati/