Düzeltme ve Özür

Şalom Gazetesinin aylık eki “Şalom Dergi”nin Ocak 2020 / 96. sayısında 86-90. sayfalarında yer alan, gazetenin 30 yıllık yazarı Sara Yanarocak tarafından kaleme alınmış “Simi Adası ve ötesi…” başlıklı yazıda; Fatih M. Aygüneş’in İzmir Kültür ve Turizm Dergisi’nin 27. sayısı (2014)’nın 106-113 sayfalarında yayımlanan “İçimizdeki Çocuğun Suya Yansıyan Yüzü ‘Symi Adası’” adlı makalesi ile İzmir Kültür ve Turizm Dergisi’nin 2017 tarihli 41. sayısının 52. sayfasında yayınlanan “Yedi Ada Yedi Renk” yazıları, başka bir kaynak (Simi Adası’ndaki iskelede ücretsiz olarak dağıtılan Türkçe bir turizm broşürü) üzerinden alıntı yapılarak broşürdeki yazının bir bölümü, “Şalom Dergi”deki yazının içinde yer almıştır. Söz konusu yazıdan dolayı yazarı Fatih M. Aygüneş’den, art niyet taşımaksızın yazısından kaynak belirtmeden alıntı yapıldığı için, yazar Sara Yanarocak adına özür diler, kamuoyuna söz konusu yazının bir bölümünün Fatih M. Aygüneş’e ait olduğunu duyururuz.


Gün doğumunda yedi renk gökkuşağı Ege Denizi’nin köpüklü sularına düşse ve yedi parçaya ayrılsa, her bir renk bir adanın payına düşerdi. Bunlardan en kuzeylisi Midilli - Lacivert; Yunanlı armatörlerin memleketi Sakız - Çivit Mavisi; zengin doğası ile Samos - Yeşil; Hipokrates’in sunacağı şifaya muhtaç insanların adası Kos - Sarı; bir çocuk mutluluğundaki Simi - Turuncu; tutkulu, ihtiraslı şövalyelerin adası Rodos - Kırmızı; ve uzakta bir başına buruk bir hüzünle yaşayan Meis ise Mor renkli olurdu.

Onlar ki, haritada küçük birer nokta. Uzaktan bakanlar için ise sadece bir dağ veya puslu bir karartı. Birçoğu isimsiz veya adı akıllarda tutulamayan yabancı bir kara parçası. Sayıları yüzlerce hatta maviliklere dalınca binlerce adacık…

Eylül ayında çıktığımız Bodrum tatilinde, günü birliğine Simi Adası’nı görme fırsatı doğdu. Eşimle birlikte feribota bindik ve Simi’ye doğru, Ege’nin tılsımlı sularını yararak yola çıktık.

Simi; içimizdeki çocuğun Turuncu neşesi

Ege ile Akdeniz’in, diğer bir deyişle, iki denizin köpüklü sularının birbirine karıştığı, Datça Yarımadası’nın hemen yanı başında yer alan ve yedi adaların, Meis’ten sonra en küçüğü olan Simi’nin rengi turuncudur. Yılın her anı güzel ve her güzelliği bir anı olan, yaşam dolu bu adaya en yakışan renk elbette turuncu...

Yaklaşık 500 yıl Osmanlı idaresinde bulunan ada 1912’de, diğerleri gibi İtalya’nın yönetimine girdi. Nedir ki, İtalyanlar 30 yılı aşkın süreyle yönettikleri adaya, Kos veya Rodos’ta yaptıkları gibi anıtlar ve yeni yapılar kazandırmadı. Ancak, önemli bir iyilik yaparak var olanları korudu ve bu günlere ulaşmasını sağladı.

Simi evleri yan yana omuz omuza. Canlı varlıklar gibi nefes alıp veriyorlar. Adeta, köpüklü denizin uçsuz bucaksız boşluğundan kaçarak birbirlerine sımsıkı tutunmuşlar. Bu evlerin çoğu çocuk yüzlü gibiler. Dar bir sokakta yürürken, apansız karşınıza çıkıverince, muzipçe size gülümseyen çocuklar gibi...

Öküz gözlü, çocuk yüzlü evler

Simi mimarisi, ilk çağa damgasını vuran klasik öğelerin, Ege coşkusallığı ile yeniden yorumlandığı neoklasik bir anlayışla var edilmiş. Simi evlerinin ilginç bir özelliği, çatı altlarında kullanılan daire biçimli “öküz gözü” adı verilen tepe pencereleri. Kimi zaman yapı içine hava veya ışık girmesini sağlayacak açıklığı dahi olmayan, yalnızca dekoratif amaçla kullanılan bu yuvarlak pencereler, Simi evlerinin adeta nazar boncukları.

Kapısı herkese açık bir manastır: “Panormitis”

Panormitis, Patmos Adası’ndakinden sonra, on iki adalardaki en büyük manastır. İçinde gümüş bir Mikhail ikonunu barındıran mekânda, her sene kasım ayının sekizinde törenler yapılıyor. O gün, gelen ziyaretçiler manastır odalarında ücretsiz konakladıkları gibi, tadına doyum olmaz şenlik sofralarına konuk ediliyorlar.

Rivayete göre Smyrna (İzmir) ile kardeş olan Simi Adası’ndaki Panormitis Manastırı’nın anıtsal giriş kapısı üzerinde yükselen çan kulesi, İzmir yangınında kül olan Aya Fotini Kilisesi’nin çan kulesinin benzeriymiş.

Simi’de günlük yaşam

Simi günümüzde otellere, antik Yunan bölgelerine ve Ortaçağ kalesi kalıntılarına, ayrıca kumlu plajlara, üzüm bağlarına ve klasik mimariye ev sahipliği yapıyor. Ada halkı gelen konukları güleryüz ve Ege insanının sıcaklığı ile karşılıyor. Anlatılanlara göre, bu kayalık adalar bir zamanlar sünger dalış ticaretinin merkezi imiş.

Sahildeki hediyelik eşya dükkânları hala orijinal objelerle dolu. Kafe ve restoranların dışında, liman boyunca yerleştirilmiş masa ve sıralardan da manzarayı izleyebiliyorsunuz. Parlak renkli balıkçı tekneleri açıkta tembel tembel salınırken, sarı balık ağları, altın rengi güneş ışığına bulanıyor. Limanda bulunan Gialos, adanın merkezi. Yerel halkın çoğu Chorio’daki tepede yaşıyor. Yaz aylarında yoğunlaşan turistlerin haricinde yerleşik ada halkının nüfusu, göçler nedeniyle sadece 2.500 kişi kadar.

Yahudi cemaati

Simi’de küçük de olsa herhangi bir Yahudi cemaati veya onlardan bir kalıntı dahi yok. II. Dünya Savaşı’nda, Yunanistan ve ona ait bütün adalarda olduğu gibi oradaki Yahudiler de Naziler tarafından tamamen yok edilmiş. Nedir ki, bütün bu katliam kaosunun içinde, başka bir Yunan Adası olan Zakynthos’ta, yerel halkın yardımıyla bir mucize gerçekleşmiş. Bunca sıkıntı içinde, Yahudi dinine mensup 275 vatandaşını evlerinde ve dağlarda saklayıp, ölümden kurtaran bu adanın yöneticilerini ve yerel halkını minnetle anarak aşağıdaki hikâyeyi sizlerle paylaşmak istedim…

Holokost döneminde yaşanan bir mucize

9 Eylül 1943’te Almanlar Yunanistan ve İtalya’yı işgal ettiklerinde, Alman Ordu Komutanı, bu iki ülkenin tüm Yahudilerinin toplanıp Polonya’ya gönderilmesi için gerekli hazırlıkların yapılmasını emretmişti. Zakynthos Adası’nın valisi Lucas Carrer, adada yaşayan Yahudilerin isim listesini çıkarttırıp, fikir danışmak üzere Başpiskopos Chrysostomos’a, kiliseye gitti. Valiyi dinleyen Piskopos sinirle listeyi yırtıp, bunun yapılmasına kesinlikle izin vermeyeceğini söyledi. Alman komutana bunu bildirdikleri zaman, ret cevabı alınca da Piskopos bir kâğıdın üzerine kendisinin ve valinin adını yazıp verdi ve:

“Bizim Yahudilerimizle yüzyıllardır bu adada kardeşçe ve barış içinde yaşıyoruz. Onlar bizim komşularımız; böyle bir sonu hak etmiyorlar” dedi.

Komutan onlara bir süre daha tanıdıktan sonra başından savdı. Başpiskopos bu kez Hitler’e hitaben yazıp, Almanya’ya gönderdiği mektupta aynı sözleri tekrar etti fakat yine ret cevabı alınca, Yahudileri adanın dağlık bölgelerinde gizlemeye karar verdi. Onları toplayıp olanları anlattıktan sonra dağlık bölgelerde ve tepelerde yaşayan Yunanlı sakinlerin evlerine yerleştirdi. Tüm Yunanlı ada halkı, Zakynthos Adası’nın özgür kaldığı 1944 yılının sonuna kadar Yahudileri sakladı ve sürekli yiyecek yardımı yaptı.

Uluslararası Dürüstler Ödülü

Savaşın sonunda, Yahudi’lerini saklayıp hayatta kalmalarını sağlayan bu iki kişi, İsrail’in Kudüs şehrinde bulunan Holokost Müzesi (Yad Vashem) tarafından “Uluslararası Dürüstler Ödülü” ile onurlandırıldı. Bu cesur ve iyi yürekli iki adam, 2016 yılının Mart ayında, “Accidental Talmudists” Cemiyeti tarafından, Atina’da düzenlenen bir törenle, yeniden onurlandırıldı. Bu kez ödülleri ailelerine teslim edildi.

Başpiskopos ile yapılan söyleşi

Savaştan sonra Başpiskopos Chrysostomos ile gerçekleştirilen bir söyleşide, bunu neden yaptığı sorulduğunda, kendisine ilham kaynağı olan kişinin Yunan Piskoposu Demoskinos olduğunu anlattı. 23 Mart 1943 tarihinde Selanik Yahudilerinin ilk kafilesinin trene yüklenip götürülmesi sırasında Demoskinos’un çok üzüldüğünü, bir bildiri yayınladığını ve, “Kutsal haçımın altında yemin ederim ki, ben Tanrı’mla konuştum. O, bana mümkün olduğu kadar çok Yahudi ruhunu kurtarmam gerektiğini söyledi” dediğini açıkladı.

Ne yazıktır ki, Atina, Selanik, Rodos ve Korfu adasındaki tüm Yahudiler Auschwitz’te hayatlarını kaybettiler.

Savaştan sonra adadaki Yahudiler

Zakynthos Adası’nda yaşayan Yahudilerin bir bölümü savaştan sonra Yunanistan’a göç etti. Kalan Yahudiler, 1948’de yeni kurulan Yahudi Devleti’nin Yunanistan tarafından tanınması şerefine, adada bulunan Aziz Dyonissos Kilisesi’nin pencereleri için vitray bağışında bulundu.

Ancak, 1953 yılında yaşanan büyük depremden sonra Yahudi cemaatinin dörtte üçü hayatını kaybetti; adadaki iki sinagog da harap oldu. Geride kalan Yahudiler de kısa bir süre sonra İsrail Devleti’ne göç etti. Bu gün kilitli kapıların ardında, 1953 depreminde tamamen yıkılan Shalom Sinagogu’nun bahçesinde, Başpiskoposun ve valinin onurlarına konulmuş büstleri halen durmaktadır.

O günlerin canlı tanıklarından biri olan Chaim Constantinidis

Chaim Constantinidis o zaman 11 yaşındaydı. Adada, ailesi ve dört erkek kardeşi ile yaşıyordu. Babası tekstil tüccarıydı, abisi ise metal işçisiydi. Chaim, o günleri hatırlayan ve o Yahudi cemaatinden hala hayatta olan çok az kişiden biri.

Zakynthos Yahudileri hakkında iki film çekildi. Birincisi Yannis Sakaridis’in yönetmenliğini yaptığı belgesel, “Hiç Bir Ada, O Ada Gibi Değil” adlı filmi; ikincisi ise Theo Papadoulakis’in yönettiği uzun metrajlı bir film. Her iki filmin de sponsoru, Yunan asıllı iki Amerikalı milyarder iş adamı. Film gösterime girdiği sırada, tanık olarak orada hazır bulunan 81 yaşındaki Chaim Constantinidis ile Atina’da bir söyleşi gerçekleştirildi.

CHAIM CONSTANTINIDIS İLE ATİNA’DA YAPILAN SÖYLEŞİ

70 yılı aşkın bir zamandır İsrail’de yaşayan Chaim’in ana dili Yunanca. Yunanistan’a davet edildiği için çok mutlu, eski yılları anlatıyor…

Nazi botlarının sizi almaya geldiklerini biliyor muydunuz?

“Evet, ama inanmak istemedik. İnsanların başkalarına bu kadar acı çektireceklerine inanamadık. Ancak, Korfu’dan son Yahudileri aldıklarında, sıranın bize geldiğini anladık. Ama o zamanlarda, adadaki Hıristiyan halkla o kadar yakın ve bağlıydık ki, onlardan bizi korumalarını bekliyorduk.”

Ailenizi kim uyardı?

“Ganis adlı bir aile dostu bir gece geç saatte bize geldi ve babama, ‘Herkes küçük bir çanta hazırlasın’ dedi. Çabucak hazırlanarak, koşarak evden çıktık. Ganis bize Halikero’da yaşayan Sakis adlı bir ailenin adını verdi. Onların bizi gizleyeceklerini söyledi. Kasabanın eteklerinde olan Halikero’da küçük bir evin tek odasına gizlendik. Babamın ikinci eşi ve çocuğunun yanı sıra, bir kuzeni ve biz, toplam 7 kişiydik. O dönemde Almanların, gizlendiğimiz evin bahçe parmaklıklarının diğer tarafından geçtiklerini titreyerek izlerdik. Evde zaman zaman 10 kişi oluyorduk. Orada 5 ayı gizlenerek geçirdik. Bizi kurtarmak için hayatlarını tehlikeye atan insanları asla unutmayacağım.”

O zamandan sonra onları bir daha gördünüz mü?

“1971 yılında oraya habersiz gittim. Gizlendiğimiz evin kapısını çaldım. Kapıyı Sofia Sakis açtı. Kocası Spyros ölmüştü. Kim olduğumu anladığında hıçkırarak ağlamaya başladı. Bana sıkıca sarıldı. Uzun zaman orada sarmaş dolaş ağlaştık.”

Savaşın sonuna geri dönelim. Naziler gidince evinize döndünüz mü?

“Evet, evlerimizi aynen bıraktığımız gibi bulduk. Ancak adada daha fazla kalmadık.”

Neden ayrıldınız?

“İsrail Devleti kurulmadan az önce, 1946 yılında bir ekip Zakynthos’a gelerek, bizleri ziyaret etti. Babamla konuştular, ‘Bütün bu olanların bir daha olmayacağını nasıl bilebilirsin?’ diye sordular. ‘Bir dahaki sefere o kadar şanslı olmayabilirsiniz’ diyerek babamı ikna ettiler. O gece bütün aile oturup saatlerce İsrail’e göç meselesini tartıştık. Kardeşlerim ve ben gitmeye karar verdik. Üvey annemiz doğurmak üzere idi. Babam onunla geride kaldı. Bir sabah biz Zakynthos’a veda ederken, küçük erkek kardeşim doğdu.”

Yolculuğunuz nasıldı?

“Başından sonuna, İsrail’e ayak basana kadar oldukça zorlu bir yolculuktu. Bizler gibi Yunan asıllı daha 400 Yahudi’yi, Atina yakınlarındaki Sounio Limanı’nda toplamışlardı. Bizi eski balıkçı teknelerine bindirdiler. ‘Bunlarla mı denize açılacağız?’ diye sorduğumuzda bize, ‘Elbette ki, hayır. Açık denizde sizi başka gemilere aktaracağız,’ dediler. Ama bu, sadece o anda bizi teskin etmek için söylenen bir yalandı. Yolcuğumuz bir midye kabuğunu andıran teknelerde, korkunç dalgalarda 2-3 hafta sürdü. O anlarda neler çektiğimizi tahmin bile edemezsiniz.”

İsrail’deki hayata uyum sağlamak kolay oldu mu?

“Benim için evet. Beni bir kibutza götürdüler. Orada bütün gün çalışırdık. Bunun karşılığında bize sadece üç öğün yemek ve uyuyacak bir yatak vermişlerdi. Bu benim pek umurumda değildi, çünkü çok gençtim. Ama bazı göçmenlerin çok acı çektiklerine tanık oldum. Arkadaşlarımdan biri, Rovertos, intihar etmişti. Sürekli Yunanistan’ı terk ettiği için dövünür ve ağlardı. Birkaç yıl sonra ebeveynim de Tel Aviv’e gelince, bütün aile yeniden bir araya gelmiştik.”

Karınızla nerede tanıştınız?

“Orduda. Miriam orduda kütüphanede çalışırdı. Çünkü o eğitimliydi. Ben ise askerlik görevimi şoför olarak yapmıştım. Karımı kazanabilmek için büyük çaba sarf etmiştim.”

Size çok naz yaptı galiba?

“Hem de nasıl! Ama ben onu Yunan şarkıları ile tavladım. Ona Zakynthos Baladlarını söyler, aşkımı ilan ederdim.”

Askerden sonra hangi işi yaptınız?

“Uzun yıllar boyunca ferforje karyola imalatında çalıştım. Daha sonra şoförlük yaptım. Sabahın kör karanlığında evden çıkar, akşam karanlığında eve ancak geri dönerdim.”

Kızlarınıza, küçükken yaşadığınız Zakynthos’u nasıl anlatırdınız?

“Onlara, Zakynthos’un dünyanın en güzel yeri olduğunu söylerdim.”

Zakynthos hayatından aklınızda kalan en canlı hatıranız hangisidir?

“Bizim mahallemizde oturan kız arkadaşımın muhteşem kahkahaları hala kulaklarımda. Kız Hıristiyan’dı. O benim ilk aşkımdı. Adı Maria idi. Bugün yaşlı bir adam olduğum halde, eğer ondan bahsedecek olursam, karımın yüzü hemen asılır ve onu kıskanır.

Bir de annemin sarımsaklı taratorunun kokusu hala burnumda tüter. Ayrıca evimizin giriş kapısının hemen yanı başında büyüyen limon otlarının baygın kokusunu ta iliklerimde hissederim. Bahar aylarında bu otlar gelişip uzarlardı. Ben de arkalarına gizlenip, kardeşlerimi sobelerdim. Gökyüzünün aydınlığına ve bulutlara gözlerimi dikip, hayallere dalardım.”

Şimdi herkes anlattıklarınızı okuyacak ve sizi tanıyacak. Mutlu musunuz?

“Hem de çok. Bizler; çocuklara geçmişte yapılanları anlatıp, öğrenmelerini sağlamalıyız. Nazileri ve Holokost’u anlatıp öğretmeliyiz ki, bir daha asla böyle vahşetlere meydan verilmesin.”

Not:

Bu röportaj, Atina’da yayınlanan günlük “K” Kathimerini gazetesinin Pazar ekinde, 6 Temmuz 2019’da yayınlanmıştır.