Habib Gerez, ressam, şair, sanat insanı… Bu unvanların da ötesinde bir yaşam ustası… Hayatı boyunca en çok “Galata”yı ve “şair”liği sevdiği bilinir. Konuşmaya “Bütün ömrüm oralarda geçti” diyerek başlar. Şiirleriyle anılmak ister. Şüphesiz ki, Galata, o olmasaydı eksik kalırdı.

25 Mayıs (2022) Çarşamba günü kaybettiğimiz Habib Gerez, 14 Haziran 1926’da, Ortaköy’de ailesinin ikinci oğlu olarak dünyaya gözlerini açtı. Babası Sabetay Habib-Gerez, kumaş ticareti yapardı. Eskişehir doğumlu annesi Lüiza ise ud çalar, halı dokurdu. Gerez, annesinin dokuduğu halıları şöyle anlatıyor: “Normal halılar değildi. Bir resim alıp tezgâha koyar halıyı öyle yapardı.” Kendisinden üç yaş büyük ağabeyi Heskiya Habib-Gerez ailesiyle Hollanda’da yaşadığından seyrek görüşürlerdi. İstanbul’da yaşayan hiçbir yakını olmayan Habib Gerez, evlenmemişti. Konuya değindiğimiz zaman, sımsıcak bir kahkaha ile yanıt verirdi: “Benim binlerce çocuğum var.” Çocukları şiirleri ve resimleri elbette!

Yusuf (Josef) olarak doğmuş, sanat yaşamında “Habib Gerez” imzasını kullanmayı tercih etmişti. İyi okullarda okudu. Kabataş Lisesi’nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki öğrenimini sağlık sorunları nedeniyle tamamlayamadı. Üniversite yıllarında “Vatandaş Türkçe Konuş” akımına yakınlık duydu. Türkçenin doğru kullanılmasına yönelik özenini hayatı boyunca sürdürdü, yıllarca edebiyat öğretmenliği yaptı. Günlük yazım dilinde, özellikle şiirde arı-duru, akıcı bir Türkçe kullanılmasının yılmaz bir savunucusu oldu.

Beyoğlu’na çıkan Tünel kapısından Kuledibi’ne inen yol sizi Habib Gerez’e götürürdü. Galip Dede Caddesi’nden Yörük Çıkmazı’na sapar sapmaz, boy boy tablolar sizi karşılardı. Duvarların çıplaklığından rahatsız olan Gerez, çıkmaz sokağı süslemeye karar vermişti. Bir duvara tarlada çalışan köylü kadınların hasadını, diğer duvara da çiçek satan kadınları resmetmişti. Çalışmalarının ortak noktası doğa sevgisiydi. Yaşadığı apartmanı, bu izlerin peşinden giderek bulmuştum. Zildeki “HABİB GEREZ – Atölye” ibaresi hâlâ aklımdadır. Müze görünümündeki evinin girişinde bir ‘yeminnâme’ asılıydı ki bilim, sanat, kültür, doğa çerçevesine sadık bir sanatkârın ‘yemin’i olduğu ilk bakışta belliydi:

El emeği, göz nuru ile yapılmış, dilden dile dolaşarak günümüze ulaşmış, sanat alanında, çağımıza ışık tutan duygu birikimlerini, geçmişten günümüze gelen sanat mirasını, başı çeken birer anıt olan eserleri, renklerin, seslerin dilini, renk evreninin içindeki giz’i, çığlıkları, en içten gelen duygularla irdeleyeceğime sanata gönül verenlerle tüm kişilere, engin hoşgörü ve sevecen yaklaşımlarla, gönül gözü ile bakacağıma, onlara köstek değil, destek olacağıma, güzel bir dünya çağdaş bir yaşam, gönüller kurmak için kendimi devamlı eğiteceğime; elimden geldiğince, alışılmışın dışında eserler vermeye çalışacağıma, yaşamım boyunca, sanatın kulu, kölesi olacağıma, vicdanım üzerine yemin ederim.”



Yıllar sonra yolumuz bu kez “zorunlu” ikamet yeri Barın Yurt’ta kesişti. Söz tekrar resme, şiire ve Galata’ya geldi. Yetmiş yıl öncesinin sanat ortamını sanki bugünmüş gibi aynı heyecanla anlatmaya başladı: “1940’lı yıllarda Kabataş Lisesi’nde okudum. Faruk Nafiz Çamlıbel hocamdı. Sınıfta şiirler okuturdu ve ‘Hakkını verin!’ derdi. Böylesi bir ortamdan derinden etkilenerek, ben de şiir yazmaya başladım. 1950 yılında İstanbul Hukuk Fakültesi’ne girdim. Çamlıbel bir gün şiirlerimi okuduğunda, ‘Bunların kitap olma zamanı gelmiş,’ dedi. Böylece 1952 yılında önsözünü kendisinin yazdığı ‘Gönülden Damlalar’ adlı ilk kitabımı yayımladık. Asla unutmam o günü. Bunun dışında, o yıllarda akademi hocaları vardı. Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Ayetullah Sümer o dönemi derinden etkilemiş sanatçılardı. Hocalık vazifelerinin yanı sıra, ressamdılar. Pek çok şeyi onlardan öğrendik.”


Habib Gerez, resmi de şiiri de hayatı boyunca hiç bırakmamıştı. Attila İlhan’la aynı dönemde şiir yazıyordu. Orhan Veli, yakın görüştüğü, çok beğendiği bir arkadaşıydı. Sait Faik ise, anılarında önemli bir yere sahipti: “Ürkek ve çekingen bir hali vardı. Beyoğlu’nda ve şiir matinelerinde kendisine sık sık rastlardım. Şatafat ve gösterişten azade idi. Sırtında yoksul bir yağmurluk vardı, kazağının yakası boynundan sarkardı. O yaşamın büyüsünü yakalamıştı.”

Sanatkârlığın yanına gazeteciliği de ekleyen, Basın Kartı sahibi Habib Gerez’in yazıları, Türk Yahudi Cemaati’nin yayın organı Şalom Gazetesi’nde yayımlandı. 1960 yılında cemaat başkanı olan Dr. Harun Çiprut’un önermesiyle Hahambaşı David Asseo’ya yıllarca eşlik etti. Dr. Çiprut, yeni Hahambaşının seçildiğini söyledikten sonra, “Bizimle çalışmak ister misin?” diye sormuş, Gerez “Çalışırım” dedikten sonra, maaş olarak 1200 lira talep etmiş: “Çünkü o dönem ev kirası 200 liraydı.” Hahambaşılıktan “Böyle bir para veremeyiz” cevabını alınca da 1000 lira maaş almayı kabul etmişti. O yılları, “Ben David Asseo’nun sivil işleri sekreteriydim. Yirmi beş yıl orada çalıştım. Tabii ki çok anı biriktirdim diye anlatıyor.

Habib Gerez, uzun ömründe pek çok sanatkâr dost edinmişti. Bohemlerin mekânı genellikle Galata’ydı. “Kamondo Han ile Doğan Apartmanı’nı penceremden görüyorum” diyen Gerez için Kamondo Han, en çok Abidin Dino’ydu. Galata’daki yaşamını sorduğumda, Özdemir Asaf’ın dizeleriyle yanıtladı:
Yalnızlık paylaşılmaz,
Paylaşılırsa ‘yalnızlık’ olmaz.”

1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasıyla, ‘Yahudi Mahallesi’nden “Epey giden oldu,” demişti. Galata’nın sosyal ve kültürel dokusunun çok değiştiğini belirtiyordu.  Habib Gerez, ‘Yahudi Mahallesi’nin en önemli simalarındandı. Beyoğlu’nun en görkemli günlerinin de en acı günlerinin de tanığıydı. Varlık Vergisi’ni, 6-7 Eylül Olayları’nı yaşadı: “Varlık Vergisi günlerinde ben çok gençtim, 6-7 Eylül Olaylarını ise radyodan öğrendim.” O dönemde Lüleburgaz’da yedek subaylık yapıyordu. Anlaşılan o ki, hayat Habib Gerez’e, tutkuyla bağlandığı Beyoğlu’nun içler acısı halini göstermek istememişti…


Lüleburgaz’dan döndükten sonra Beyoğlu galerilerini gezmeye başlamıştı. Meyhanelere de uğramayı ihmal etmemişti, ancak “içkiyle aram yok” diyordu. Asmalı Mescit, dostlarıyla buluşma noktasıydı. Yakup’ta, Refik’te bir araya gelirlerdi. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Asmalımescit’teki Refik Lokantası’nda sık sık görünürdü. Habib Gerez, o günlerine dair şunları anımsıyor: 70’li yıllarda, atölyem, lokantanın hemen dönemecinde idi. Bedri Rahmi ile rastlaştığımızda selamlaşır, konuşma fırsatı bulduğumda sanat etkinliklerimden bahsederdim. Bir öğle vakti lokantada gene kendisini görmüş ve yemekten sonra atölyeme davet etmiştim. Atölyemi ilk olarak ziyaret eden Bedri Rahmi, yaptığım tabloları izlerken, bir bölümünü çok beğenmiş ve bana aynen şunları söylemişti: ‘Reis, sende iş var, ben dobra dobra konuşurum. Çalışmalarını çok beğendim.’

Elbette çok heyecanlandım. Bununla da kalmadı, devam etti ve şu soruyu sordu: ‘Reis, sen Fransa’da, Akademi’de eğitim gördün ve oradan mezun oldun, değil mi?’ Ben de kendisine, Akademi’ye gitmediğimi, kendi kendimi yetiştirmeye çalıştığımı söyledim. ‘Reis akademide okumadığın iyi oldu. Yoksa seni de bozarlardı’ diye yanıt verdi. Ben de, ‘Hocam, Fransızlar, Güzel Sanatlar Akademisi’ne, Academie de Beaux Arts (‘Akademi dö bozar’ diye okunur) adını boşuna vermemişler’ deyince, beni kucaklamış ve ‘Reis, ne güzel de buldun’ diyerek kahkahalarla gülmüştü.”

Habib Gerez, yıllar içinde kendisini öylesine geliştirdi ki, 30’u yurt dışında, 130 kişisel sergi açtı. Katıldığı yarışmalardan resim ve şiir dallarından 63 ödül aldı. Yurtdışında altı akademinin fahri üyesi ve Avrupa Konseyi’ne bağlı Avrupa Akademisi’nin de Türkiye temsilcisi oldu. Ayrıca 1998’de İtalya’da düzenlenen, her yıl yalnızca bir kişiye verilen Avrupa Büyük Ödülünü almaya hak kazandı.

Habib Gerez, pek çok insanda iz bırakmış nadide kişiliklerdendi. Benim ailem için de değerli bir simaydı; babaannemin erkek kardeşi Maître Daniel Behar’ın kızı Eti Behar ile arkadaştılar. Sanat olaylarını kaçırmazlar; konserlere, tiyatrolara giderlerdi. Eti ve Habib Gerez sanatçı ruhlarının dostluk dolu birliktelikleriyle uzun yıllar arkadaşlık yaptılar. Habib Gerez’in arkadaşları sadece Yahudi cemaati ya da sanatçılarla sınırlı değildi. Hukukçu arkadaşı, akranı Prof. Vecdi Aral da yakın dostlarından biriydi.

Yıllar içinde dostluklara aşklar da eklenmişti. “Yaş 95…” diyordu Habib Gerez. Aşklarını anlatırken duygulanıyordu: Hayatımın her döneminde flörtlerim oldu. Benim için ‘kırmızı çizgi’ hiç olmadı! Bir ‘Medeni Kanun’ vardır, bir de ‘Doğa Kanunu’. Ben doğa kanuna inanarak yaşadım. Çocukken Galata civarından aşklarım vardı, elbette. Nişantaşı’nda oturan, Macar kökenli Merih Haznedar ile otuz beş yıllık bir beraberliğimiz oldu. Asil bir insan, değerli bir mimardı Merih Hanım. Rahmetli oldu. Kendisini her daim sevgiyle, özlemle anıyorum.” Aşklarını sahiplenen, her ânın değerini bilen Habib Gerez, yaşama karşı bilgece bir tutum geliştirmişti: “Uygarlığı iki ana sütun üzerinde oturmuş bir yapıya benzetirim ben. Bu sütunlardan biri bilim, diğeri ise sanattır. Her ikisi de birbirini tamamlar ve eş değerdedir. Bilimin içinde sanat, sanatın içinde de bilim vardır. Ruh ve madde gibi birbirleriyle iç içedir ve birbirlerini bütünlemektedir. Bilim gibi, sanatın da görevi, kişilerin duyma ve düşünme yeteneğini artırmaktır.”

Habib Gerez’e, bu Beyoğlu’nun asla unutulmayacak simasına, toplumumuza kazandırdığı nice değerli eser için teşekkür ederiz.

SON ARZU
Öldüğüm gün dostlarım,
Kurulsun evimde sofralar
Ve söylensin şarkılar
Tanıyanlar unutsun beni
Bir uzun yolculuk başladı desin
Avutsunlar kendilerini.
İstemem ne kefen ne mezar
Ne de bir mezar taşı
Okunmasın dualar.
Sadece
Bir anlık sükût
Ardından kahkahalar.
(1956) Geçmişte Kalanlar; Tiryaki/Habib Gerez, 2005

Habib Gerez ile Temmuz 2020’de gerçekleştirilen ve “Bir sabah Galata’da Uyandım” isimli kitapta yer alan söyleşiden kısaltılmıştır. 

Kaynakça:
Suzan Nana Tarablus; “Bir sabah Galata’da Uyandım”; Varlık Yayıncılık; İstanbul; 2020; s:127.