Giriş resmi: Pera Palas Balo Salonu (Pera Palas Arşivi)
“Ahh, neydi o eski günler, eski eğlenceler…!” Hep duymaz mıydık annelerimizden, aile büyüklerimizden! Halen de gençlerimiz, bizim yaşlardakilerden sık-sık duyar bu eski güzel günlere özlemi!
Gerçekten de 1920’lerden itibaren, çok parlak bir döneme girmişti en azından bu defaki mekân konumuz olan İstanbul’da yaşam... Islahat Fermanı ile başlayan Batılı şehircilik anlayışı doğrultusunda, şehir hızla yapılanmaya başlamıştı ama nereden? Elbette ki ticari, politik ve sosyal dinamizmin merkezi olan Pera-Beyoğlu’ndan. Sokakların gazyağı ile çalışan fenerlerle aydınlatılması ilk kez Pera’dan başlamıştı mesela! Sokakların elden geçirilmesi ile sıra bugünkü İstiklal Caddesi’nin genişletilmesine gelince, Rönesans, Barok, Gotik, Neo- klasik, birkaç da Avant-garde mimari tarzlarındaki sağlı sollu görkemli yapılar, kiliseler, sefaretler, tiyatrolar, oteller, restoranlarla bölge artık Paris, Londra, Viyana mimarisi ile benzerlikler göstermeye başlamıştı. İşte o zaman cadde, anlı şanlı “Grande-Rue de Pera” (Cadde-i-Kebir) olarak anılmaya başlandı. Bizim bugün “kentsel dönüşüm” olarak adlandırdığımız hareketin ilk örneği, işte o yıllarda yaşandı. Bunun sonucunda dünyanın her tarafından gelen mimarlar, sanatçılar, sefaret çalışanları, gelişen ticaretin meyvesi bankerler, yabancı işletmeler, muhtelif ticari veya politik göçler, hele ki 1914’lerde Bolşevik devriminden kaçan “Beyaz Ruslar”ın gelişi ile, buralarda çalışanlardan oluşan bir kültür kaynaşması sonucu, sokaklarda her dilden konuşulduğu, hatta sadece bu semte özel “Perot” denilen farklı bir diyalektin de oluştuğu bilinir. Dünyanın hiçbir yerinde üstelik de hiçbir zaman eşi görülmemiş ve artık görülmeyecek bir mikro-kozmos oluşmuş, şehir tam anlamıyla bir ‘Babil Kulesi’ni andırmaya başlamıştı. “Péra, là où le diable s’est perdu” (Pera, şeytanın kaybolduğu yer) der olmuştu Sambuliotes’ler (İstanbullular). O denli akla zarar bir yer yani!. I. Dünya Savaşı ile yaşam eski umarsızlığını kaybetti. Yine de savaşlar ve umutsuzluktan başkaldırmaya çalışan insanlık için bunlardan kaçış yollarının başında müzik, dans ve eğlencenin geldiği görüldü. “Dansing” denilen mekânlar yanında kulüpler, gazinoların ön plana geçtiği gözlemlendi.
Tepebaşı Bahçesi'nde Garden-Bar (Suna - İnan Kıraç Vakfı Koleksiyonu)
Eğlence mekânları
Şöyle bir göz attığımızda, bugünkü Tepebaşı TRT Stüdyolarının olduğu alanda, 1880’de Tepebaşı Gazinosu içinde açılan ve İstanbul’un ilk barlarından olan Tepebaşı Garden Bar, bilahare dansing mekânı olarak da kullanıldı. Dönemin en ünlü şarkıcı ve gruplarına (bestekâr Ferenc Liszt’ten oyuncu Sarah Bernhardt’a kadar çok sayıda artist İstanbul’a gelip burada resital ve temsil vermiştir) salonlarında yer veren Tokatlıyan ve Pera Palas otelleri, bugün Odakule binasının yerinde açılan ve dönemin dans müsabakalarının da yer aldığı Turkuaz Bar, bugünkü Gezi Parkının içindeki “Taksim Bahçesi”nde açık havada birçok dans etkinliği düzenlendikten sonra Elmadağ ucunda 1939’da açılan Taksim Belediye Gazinosu ise, bir Cumhuriyet projesiydi. Terasında yazları swing çalan orkestraların olduğu bilinir, ve nihayet, Şişli tramvay hattının sonundaki “La Paix” Fransız hastanesinin yerinde açılan Stella! Bu mekâna özellikle dikkatinizi çekmek isterim, çünkü mekânın sahibi ve işletmecisi Frederick Bruce Thomas’ın hikâyesi ile devam edecek konumuz.
Taksim Maksim'in ilk kurucusu, sahibi ve işletmecisi Frederick Bruce Thomas
Amerikan kökenli zenci bir Rus
Kimdir peki bu Frederick Bruce Thomas? Şimdi sıkı durun! O Amerikan asıllı zenci bir Rus ve İstanbul’un eğlence mekânları tarihine adını yazdırmış “Taksim Maksim”in ilk kurucusu, sahibi ve işletmecisi! Thomas’ın bugüne kadar bilinmeyen maceralı hayatı, kendisi de aslen Rus olan Amerikalı Profesör Vladimir Alexandrov’un New York’ta yayınladığı “The Black Russian” adlı kitabı sayesinde öğrenildi. Düşünüyorum da, ne göz ardı edilmiş inanılmaz hikâyeleri var geçmişimizin! Ne sönmüş, solmuş yaşanmışlıklar! Buyurun, örneğin kendi tarihimizin bu parçasını Vladimir Aleksandrov’a kalana kadar biz ele almış, bir filmini yapmış/yaptırmış olsaymışız, ne ses getirmiş olurduk sınırlarımızı aşan! Kim bilir, belki de bir Frederick Bruce Thomas turizmi başlatmış bile olurduk…
Frederick Bruce Thomas, 1872 Mississippi doğumlu bir köle çocuğu. Amerika’nın muhtelif şehirlerindeki otellerde bell-boy olarak çalıştıktan sonra, ırkçılığın olmadığı Avrupa’ya attı kapağı, oradan da ver elini Moskova. İmparatorlukta hem fırsatlar çoktu hem de zenci ayrımcılığı yoktu. Vatandaşlığını aldı, adını bile değiştirdi: Fyodor Fyodoroviç Tomas.
Şef garson olarak başladığı Moskova’da kısa sürede zengin oldu. Artık şehrin en parlak gece kulübü olan Maxim’in sahibiydi... Ancak, hayatın insana sakladığı sürprizleri o kadar çoktur ki, bu kez Bolşevik Devrimi rahatını kaçırdı. Kapısını çaldığı Amerikan elçiliği, “Hem Rus vatandaşı hem de zenci??” deyip kapılarını kapatınca, Odesa’da ailesi ve on binlerce mülteci ile, haftalarca, kaçacak gemi bekleyip ilk fırsatta bu kez İstanbul’a kapağı attı. Rıhtıma beş parasız indi. Bir süre “ne iş olursa yaparım abi” hesabı karabataklar gibi debelendi.
Taksim Bahçesi, 1920'lerin başları
Anglo-American Garden Villa - Stella
Rumcada bir deyiş vardır: “Şansın varsa, neden koşuyorsun, şansın yoksa… Neden koşuyorsun?” İşte Frederick’in kaderi de o hesap gitti bir süre. Yani şans hep ondan yana çıktı. Nitekim, yukarıda bahsettiğim Şişli’deki “Anglo-American Garden Villa” ya da bilinen adı ile “Stella” adındaki dansing’i açınca (1919), şans çarkları yine onun için dönmeye başladı. Stella esasen şehrin bir ucundaydı. Şişli’ye gelen 10 numaralı tramvay hattı burada bitiyordu ama etrafında hiç yapı olmadığından, bahçesinden tüm Boğaz seyredilebiliyordu. Birinci sınıf Fransız mutfağı, Amerikan barı, dans pisti, Çingene müziği yapan varyete grubu ile hemen popüler oldu. Ardından Beyoğlu’nda Ağacami’nin karşısındaki Bursa Sokağında, üst katında kumar oynanan “The Royal Dancing Club” adlı mekânı açtı. Ancak dedik ya, şansın koşuyorsa… Taksim’in göbeğinde 1914 yılında İtalyan Mimar Mongeri tarafından yapılan ve Majik Sineması olarak işletilen binanın bodrumunu tuttu ve orayı yüzlerce kişiyi barındırabilecek bir mekân haline getirdi. Gözleri kamaştıran bir dekorasyonla salonun arka cephe kapı-pencereleri, büyüleyici bir Boğaz manzarası olan bir terasa açılıyordu. Thomas buraya Rusya’daki mekânının adını verdi “Maxim”.
Maksim Gazinosu'nda eğlenen insanlar
Ve Maxim…
Maxim kısa sürede mutfağı, dünyanın en ünlüleri arasındaki caz ustaları, müzik erbabının, varyete gruplarının programları, Rus kadın garsonları ile Tokatlayan, Pera Palas, Garibaldi, Novotni, Lala Birahanesi, Rejans, Cenyo ve Park Otel gibi sınırlı bir grubun kadın-erkek birlikte gidip eğlendiği mekânları arasından sıyrılarak İstanbul’un en lüks gece kulübü oldu. Haftalık “Pist” dergisindeki ilanlara bakılırsa 1925 başlarında Maksim’de, modern danslar icra eden Macar düo Maria ile Kovess’in tango kralı namıyla tanıtılan Le Marquis de Viglia’nın sahneye çıktığını öğreniyoruz.
Alanında çekirdekten yetişmiş olan Thomas, işi sadece şansa bırakmıyordu elbette. İstanbul’a gelen her Amerikalı turistin uğrak yeri olan mekânına işgal kuvvetlerinin komutanlığından, subaylarının eşleri ile gelebilmesi için izin de koparınca her gece tıklım-tıklım dolmaya başlamakla kalmadı, İngilizler, Amerikalılar, hatta büyükelçileri Amiral Bristol bile artık davetlerini burada vermeye başladı.
Taksim Belediye Gazinosu Terası, 1940'lar
Nasıl olsa sonu gelmeyecek mi…
Öyle demiyor mu şarkı? “Nasıl olsa sonu gelmeyecek mi, her güzel şey gibi, bitmeyecek mi…”
1924’te bir sezonluğuna Bebek’te La Potinière (dedikodu) adıyla bir açık hava lokantası da açtıysa da... Gel gör ki, mutlak mutluluk dünyada yoktu ve kader ona yine “sil baştan” diyecekti.
Yıldız sarayı kumarhanesi
Cumhuriyet ilân edilmiş, hükümet 1926’da bir İtalyan gruba Yıldız Sarayı’nda kumar oynatma ruhsatı vermişti. Bu işe de dalan Thomas hem kazandığı bütün para hem de aldığı dünya kadar borçla Yıldız Sarayı’nda açılan oyun salonuna ortak oldu. Ancak, içeri girmesine izin verilmeyen bir Türk’ün kumarhane kapısındaki intiharı neticesinde salonun ruhsatının iptal edilmesi, Thomas için de sonun başlangıcı oldu.
Gerçi Stella ile Maxim’de işler hala iyi gidiyordu ama tüm kazancı borçlara gidiyordu, iflası kaçınılmaz oldu. Vatandaşı olduğu Rus ve Amerikan elçilikleri tekrar kapılarını yüzüne kapattı ve Thomas o zamanın parası ile dokuz bin lira tutan borçlarını ödeyemediği için 1927 Aralığında Sultanahmet Cezaevi’ne bile atıldı. Alacaklıları kulüplerine el koydular, Stella battı, Maksim ise Thomas hapiste olduğu sırada ismini değiştirip “Yeni Maksim” olduysa da bir süre sonra o da battı ve art-arda el değiştirdi, ta ki Fahrettin Aslan ile yeniden doğana kadar. Mekânın uğuru mu artık, yoksa Thomas’ın yarım kalan şansı mı, başarılara programlanmış kaderi mi, ne derseniz deyin, aktarılan Maksim adı ile burada kader, Fahrettin Aslan’ı da zirveye taşıyacaktı.
Hapiste hastalanan Thomas, bugün üzerinde Hyatt Regency Oteli’nin yükseldiği ve yine değerini bilmeyip yok ettiğimiz Elmadağ’daki Fransız “Pasteur” Hastanesi’ne nakledildi ve oranın mahkûmlar koğuşunda 1928 de, 55 yaşında, eseri olan Maxim’inin birkaç yüz metre ötesinde hayata gözlerini yumdu. İki kez evlenmiş, beş çocuğu bir de metresi olmuş olan Thomas’ı dostları ve iki oğlu Feriköy Latin Mezarlığına defnettiler ancak, mezar taşı için para toparlayamadıkları için, yaşantısı gibi kabri de zamanın dişlileri arasında, soluk bir rüya gibi yok oldu, gitti.
NAZIM HİKMET de “835 SATIR”da, Maksim’in o eski şaşaalı günlerine şu dizelerle yer vermiş:
“Çalsın Maksimbar’ın cazbant kolu
Çal bre “kara köpoğlu”
Anlatayım Konstantinopl’u ;
Yüzük, bilezik, gerdanlık, küpe
Müslin, krepdöşin, tül, ipek
Şu herif de karıma sersemce kur yapıyor pek !..”